31 Ağustos 2010 Salı

"GÜN ORTASINDA ARZU" - ASUMAN KAFAOĞLU-BÜKE

2008 Sait Faik ödülünü kazanan Behçet Çelik, “Gün Ortasında Arzu” adlı öykü kitabında, kentli yaşam içinde biraz kaybolmuş orta yaşlı insanları anlatıyor. Öykülerde bazı temaları yinelediği için, ortaya roman tadında okunan bir kitap çıkmış.
Behçet Çelik’in öykülerinde ilk dikkat çeken şeylerin başında, karakterlerin geçmiş tarafından belirlenmiş bir bugün içinde yaşıyor olmaları. Öykülerin hemen hepsi bugünde geçiyor, modern şehirlerde, sıradan işlerde çalışan insanların dünyasında fakat yine neredeyse tüm öykülerde, canlanan karakterler geçmiş bir zaman diliminin etkisiyle bugünü yaşıyorlar.
Çelik’in öykülerinde eski bir sevgili ya da liseden eski bir arkadaş bir anda kahramanın karşısına dikiliyor. Bir insanın hazırlıksız yakalanması gibi, geçmişle aniden karşılaşma, bir sevinç çığlığıyla başladığında bile eskinin hoş olmayan tatlarını da beraberinde getiriyor. Kahramanlar bugünde yaşasalar da, hep geçmişte kalmış parçaları hissediliyor. Sanki, hesapları açık bırakılmış bir geçmişle yüz yüze gelmeleri gerekiyor. Yazar çok başarılı bir şekilde, geçmişle hesaplaşmaların bir ucunun hep açık kalacağını hissettiriyor.
Okurun da kendi geçmişiyle yüzleşmesini sağlıyor bir bakıma. Aynı idealleri paylaşan insanlar yıllar sonra ne olur? Büyük bir aşk yaşamış çift yıllar sonra ne hissederler birbirlerini gördüklerinde? Birlikte yaşamayan insanlar (hatta bazen birlikte yaşayan insanlar da) yıllar içinde öylesine farklılaşırlar ki, geçmişte anısı kalan kişinin karşılarında oturan kişi olmadığını görmek büyük bir acı verir.
Yazar bu konuya ustaca eğiliyor. Özellikle “Islak Muşamba” adlı öyküde, eskiden tanıdığı biriyle bira içmeye giden kahraman, yıllar önce söylenenleri karşısındaki hatırlayınca hiç de sevinmez görünüyor, hatta gecenin tatsızlığı büyük ölçüde geçmişin hatırlanmasından kaynaklanıyor. Çevre tatsızlaşmaya, dekor da adileşmeye başlıyor. Islak muşambanın tene değmesi gibi tatsız bir duygu bırakıyor geride.
Geçmişe nostalji ile bakan biri değil bu öykülerin yazarı. Bugüne bir anda atılmış gibi. Çok sayıda öyküde de yıllar boyunca uzaklarda yaşamış, yeni eve dönmüş bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. Uzaklarda geçen yıllar hakkında hiç bilgi verilmiyor, önemli olan her zaman ev ve eve dönüş. Sanki evde kalanların geçmişi unutmuş olması isteniyor, sanki uzaklara gitmiş olmanın nedeni geçmişten kaçmak.
Behçet Çelik ayrıca öykülerinde sıklıkla kadın erkek ilişkilerini mercek altına alıyor. Bu ilişkilerin en belirleyici özelliği iletişim bozukluğu. Erkek genelde suskun. Kendini ifade etmeyi bilmeyen erkek tiplemelerine çok yer vermiş öykülerinde Çelik. Suskunlukların nedeni hiç açıklanmıyor ama hep yine başta sözünü ettiğimiz benzer bir kapanmamış hesaplar sorunu olduğunu hissettiriyor okura.
Öykülerde erkekler arasındaki dostluk ve iş ilişkileri de geçmişin ağırlığı altında eziliyor adeta. Asla dile getirilmemiş kırıklıklar, bugün bile aynı acıyla hissediliyor. Bir de tabii erkek ilişkilerini belirleyen bir rekabet söz konusu. Kitabı çok satan bir yazar mı oldu arkadaşı? Mutlu bir evlilik mi yaptı? Bu düşünceler de kıskançlık değilse bile, rekabet duygusunun yarattığı ezilmişlik ile birlikte geliyor.
Behçet Çelik, insan ilişkilerindeki gerginliği büyük bir başarıyla dile getiren yazarlardan. Genelde gerginliklerin nedenini açıklamıyor ama okurun gergin havayı solumasını istiyor
Gün Ortasında Arzu, Behçet Çelik’in kitaplarıyla ilk karşılaşmamdı. Özellikle dikkatimi öykünün dışında bırakmayı seçtikleriyle çekti. Öykülerde asıl anlatılan zaman bugün değil, geçmiş; asıl anlatılan kişi kahraman değil, öteki; anlatılan mekan ise bulunan yer değil, özlem duyulan yer. Yazar da aynı öykülerinde anlattığı, suskunluklarıyla suçlanan erkek kahramanları gibi, bize şimdi, burada, nasıl gibi basit şeyler anlatmıyor, asıl anlatmayı seçtiği, anlatmadıkları. Ve bunda çok başarılı. Edebiyat severlerin bundan sonra çok sık duyacağı isimlerden biri Behçet Çelik.

13 Mayıs 2008 tarihli Taraf Gazetesinde yayınlanmıştır.

KENDİNİ OLGUNLAŞTIRAN ÖYKÜ - SEMİH GÜMÜŞ

Yayımladığı ilk metinler yazarın geleceğine ilişkin ipuçlarını verir, ama o geleceğin nerede, nasıl oluşacağını belirtmez. Daha doğrusu, yazarın yazıyla yaşayan geleceğini yayımladığı ilk metinlere bakarak çıkarıyorsak eğer, buna, yazara göre değişen iki yorum getirilebilir: İlki, o yazarın başlangıçtaki özelliklerine dayanıp kendini sürekli yinelediği; ikincisiyse, sonradan anlaşılan ustalığı daha baştan kazandığı.
Behçet Çelik bu tür yorumların da dışında tutulması gereken öykücülerden. Şimdi özellikle Gün Ortasında Arzu kitabında kendi ustalığını yakaladığı görülüyor; bu arada, ikinci kitabı Yazyalnızı'nda (1996) bulduğu öykücü kişiliğiyle Gün Ortasında Arzu arasında belirgin bir uzaklık da var. Yazyalnızı'nın da Behçet Çelik'in öykücü kişiliğini yansıttığı söylenebilir elbette ki, bu da öykücü için olumlu bir kayıttır. Arada Herkes Kadar (2002), Düğün Birahanesi (2004) var ve Yazyalnızı ile Herkes Kadar arasından geçen, bir öykücü için uzun sayılması gereken altı yıl aslında, Behçet Çelik'in kendi öykücülüğüyle ilgili verilmiş kararlarla geçmiştir. Çünkü bu iki kitap arasında değerlendirilmesi gereken bir düzey farkı var. Behçet Çelik de öykücü kimliğini ilk kitabında yazdığı öykülerden sonra gelen üç kitabında bulduğunun farkındadır.
Gene de Gün Ortasında Arzu, Behçet Çelik'in öykücülüğündeki en önemli basamağı gösteriyor. Bu düzeyin son kitabında ortaya çıkması yazarın sürekli gelişme çizgisinin yukarı doğru ivmelendiğinin işaretidir ki, her kitapta yeni bir çözümleme de gerektirir bu değişim.
Gün Ortasında Arzu'daki öykülerin belirgin özellikleri şunlar:
Okurken anlaşılmayan hiçbir şeyin kalmadığı duygusunu veren yalın anlatım biçimi.
İlk okumada tanıdık gelen ilişkilerin ardından kendilerini açan saklı anlamlar.
Gücünü sıradanlığın içtenliğinden alan öykü dünyası.
Süssüz, söz sanatlarına çok az yer veren, doğrudan anlamla varolan dili.
Bu dilin kısa tümcelerle kurulması.
Ucu kapalı görünen tümcelerin okurda yarattığı çağrışımların çokluğu.
Behçet Çelik'in akrabaları
Behçet Çelik'in, öykü dünyasını adım adım tamamlama sürecinde yakınlık duyduğu, seçip kendini onlara yaklaştırdığı öykücüler elbette var. Raymond Carver, Vüs'at O. Bener ve Barış Bıçakçı ile akrabalığı olduğu belirtiliyor. Ben bunu Behçet Çelik'in en çok yakınlık duyduğu, sevdiği yazarlar biçiminde anlıyorum. Öykülerinin bu üç yazarla da yakınlığı olduğu söylenebilir elbette; gelgelelim, Raymond Carver ile ancak aynı büyük dünya içinde bulunur. Behçet Çelik'in öykülerindeki olağan ilişkilerin yanında, Carver'ın sert bir hayatın okuyanın da canını yakan öyküleri daha uzakta durur. Aslında Carver'ı kendine yakın görmek, yazdıklarıyla ona yaklaşmaktan daha önemli ve bu, tanımı açık seçik yapılabilecek bir öykü anlayışı edinmektir.
Vüs'at O. Bener ile de aynı ailenin köklerinden çıkan eski bir akrabalık ilişkisi yaşamış Behçet Çelik; ama neden sonra yakın geçmişteki Vüs'at O. Bener öykülerine bakınca, o akrabalığın bugün artık zayıfladığı görünüyor. Dost ve Yaşamasız'daki öykülerle Gün Ortasında Arzu arasında doğrudan ilişkiler kurulabilirken, Siyah Beyaz ya da Kara Tren ile birbirine dost, ama iki ayrı dünyayı paylaştıklarını söylemek gerekir.
Bu tür saptamalar yazarın yazınsal yerini bulmaya yarar. Bunun gerekli olduğuna hep inandım. Bir yazarın yazınsal serüvenini yapıtlarından çıkarak çözümlemeye çalışınca, o yazarın, parçası olduğu edebiyatın neresinde bulunduğu; kimlere, niçin yakın durup kimlerden, niçin uzak bulunduğu saptanır ki, bunların her biri için yakın okumalar yanı sıra, edebiyatın bütününe de büyük ölçüde egemen olmak gerekir. Eleştiriyi bu düzeyde alabilen anlayışların yazınsal eleştiri sayılabileceği ve günümüz edebiyatının parçası olmayı onların hak edeceği söylenebilir.
Behçet Çelik'in Barış Bıçakçı ile akrabalığına gelince, orada daha sıkı ve şimdilik kopmaz görünen bir ilişki var, ama hemen akla gelebilir: Kendini aynı kuşaktan sayılabilecek bir yazara yakın görmek, Behçet Çelik'i kuşağının en iyi öykücülerinin gerisinde mi konumlandırır? Behçet Çelik de kendini orada mı görmektedir? Sanırım yanıt şöyle verilmeli: Öykü ve yaratıcılık söz konusuysa, yazarın kendini ötekilerle karşılaştırması ancak yazınsal bir karşılık arama düşüncesinden gelir.
Behçet Çelik, gerçekten de Barış Bıçakçı ile aynı öykü anlayışında bulur kendini. Gün Ortasında Arzu'daki öykülerin bazılarındaki uzak benzerliklerin yanında, arada çok yakın bağlar da var. Okurun, okuduğu metinle arasında hiçbir uzaklık görmediği öykülerdir Behçet Çelik'in öyküleri. Ama yazınsal değeri yüksek bütün edebiyat yapıtlarında, görünenin ardında saklı duran ve çözülmeyi bekleyen anlamlar bulunur. Bunlar bazen aynı anlam ve dil düzleminde durur, ama doğrudan anlamların yanı sıra dolaylı anlamlar üstünde durmaya başlamak, çok yalın görünenin aslında farklı bir gerçekliği olduğunu gösterir. Okuma da o gerçekliği aramaktır elbette. Yoksa okumanın tadı yerine, hazır anlamlarla halledilir kitaplar.
Behçet Çelik'in öykülerindeki görünenin ardındaki gerçekliğin yakın okumalar gerektirdiğinden söz ediyorum. Bir de Gün Ortasında Arzu'nun bütününde var olan durumlar, insanlar arasındaki ilişkiler, kadınla erkeğin birlikte yaşadığı iletişimsizlikler, sıkıntı, birbirini anlayamama var ki, onlar birbirine açıkça kenetlenmiş dururken ayrıntılarda farklılaşıp şaşırtır.
Kimileri bugün bile, Öykü ille belli bir anlamı etkileyici biçimde vermeli, öykü sonları "dan" diye vurmalı okuru, diyor. Neyseki Behçet Çelik bu anlayışın dışında durur ve onun bütün öyküleri yazınsal bakımdan çoktan olgunlaşmış, yeni bir anlayışın ürünüdür ve sonlarında okuru avlamaya çalışmazlar.
Öyküde yalınlığın sonuçları
Behçet Çelik'in öykülerindeki anlatımı yumuşaktır. Seçtiği sözcükler ve dil biçemi, bir durumu tırmalayıcı sözcüklerle anlatmak yerine, usul usul dile getirmeye uygundur. Bir kadınla erkeğin yanaklarını yanaklarına değdirmeden ayrılmalarını, iki eski arkadaşın karşılıklı uyumsuzluklarını anlatırken aynı biçem içinde kalır. En güzel öyküleri arasında bulunan "Olağan Cumartesi"de iki arkadaş arasındaki uzak ilişkiyi, "Müstesna Eylül"de genç kadınlarla erkekler arasındaki uzaklıkları, "Hâkim Amca Beni Sormuş"ta bir yazarın ayrıntılara dönük sezgilerinden çıkabilecek sıradışı durumların nasıl öyküye dönüşebileceğini çarpıcı bir yalınlık içinde verirken, gitgide ustalaştığı diyaloglara da özellikle eğilmek gerekir.
Gün Ortasında Arzu'daki öykülerin kısa ve belli anlamları sarmakla yetinen tümcelerden oluşması da bir özellik elbette. Bu anlayış bir öykü ailesini anlatır. Ama kimi genç yazarların dili, bazen kırk yıl önceki ustalarınkinden daha derin anlamlar taşıyor. Bu kaygı şimdiki yazarlarda çok belirgin. Sözgelimi Barış Bıçakçı'nın dili bu titizliğe apaçık bir örnek sayılmaz mı?
Barış Bıçakçı ya da Behçet Çelik'in sahip olduğu bu dil, anlatım biçimi ve öykü anlayışından hiç ayrılmadan yazmayı sürdürmek olası mı, sorusu da gelir elbette. Çünkü bu seçimin hemen kendini ele vermeyen öyle bir doğası var ki, yazarın önüne sürgit kendi durumundan hoşnut kalabilme alışkanlığı kazandırma, böylece yıllar sonra hiç farkında olmadan eskime tehlikesi de çıkarabilir.
Belki Barış Bıçakçı gittiği yoldan hemen ayrılmayı düşünmüyor, ama bir önseziyle belirtebiliriz ki, Behçet Çelik zamanla değişecek bir anlayışı izliyor. Neden sonra başkalaştıracağı şimdiki yazınsal seçimleri nereye evrilebilir?
Düğün Birahanesi'ndeki "Ötedeki" öyküsü, Behçet Çelik'in bildiğim tek uzun öyküsü. Yazdıklarının büyük bölümünü okumuş biri olarak, onun yakında roman yazmayı da deneyeceğini sanıyorum. Yazacağı romanda gene öykülerindeki dili kullanacaktır, ama ister istemez, zorlayarak.
Yeniden akrabalarına dönersek, Behçet Çelik'in Vüs'at O. Bener'in sesini, Barış Bıçakçı'nın yalnızlık sırlarını aldığını söyleyebiliriz. Raymond Carver ile uzak düşmesinin nedeni, karşısına aldığı gerçekliğin ister istemez taşıdığı farklılığın derinliği olmalı. Uzanıp da tutamamak gibi.
Gün Ortasında Arzu'daki on sekiz öykünün yalnızca üçü daha önce yayımlanmış. Bunun da özel bir yazarlık tutumu olduğunu düşünebiliriz. Oradan Behçet Çelik'in kendinden öte savlar taşımayan, bulunduğu yeri aydınlatmayı amaçlayan, yazdıklarını olgunlaştırmadan yayımlamayı düşünmeyen, bu son kitabından sonra kuşağının daha çok göz önünde tutulması gereken öykücülerinden biri olduğunu söyleyebiliriz.

Radikal Kitap
, 8 Şubat 2007

KARANLIĞI DUYURMAK, ÇOĞU ZAMAN IŞIK TUTMAKTAN YEĞDİR - NALAN BARBAROSOĞLU

Sizin, “öykü” yerine “hikâye” demeyi tercih eden bir öykü yazarı olduğunuzu yazılarınızdan biliyorum. Benim sorularımı “öykü” terimi üzerinden kurmamı hoşgörmenizi rica ederek başlamak istiyorum söyleşimize. İşte ilk sorum: Öykülerinizi anlatmadığınız ya da açık açık dile getirmediğimiz bir öykünün üstüne kuruyorsunuz. Bu sizin özel bir biçeminiz. Bu tutumunuzun arkasını görmek için soruyorum: Öykü gerçekliği içinde yaşananın arkasındaki hikâyeyi anlatsanız, öykünüz sizce ne kaybeder?
Tercihimin nedeni bu iki kelimenin aynı olguya işaret ettiğini düşünmem ve hikâye kelimesini daha çok seviyor olmam. Siz öykü diyorsanız, ben de öyle sürdüreyim.
Sadece öykü değil, edebiyatın tamamı, hatta dil bile sadece kelimelerden ibaret değil. Kelimeler, girdikleri her cümlenin içerisinde yeni bir anlam kazanıyorlar belki de. Bir kelime her zaman aynı anlama gelmiyor. Gündelik hayatta kullandığımız dil iyi kötü bir iletişime imkân veriyor, ama orada bile arızalar çıkabiliyor. Edebiyatta -özellikle şiirde ve öyküde- kelimelerin bir araya gelişiyle, örgütlenişiyle o cümlenin akla ilk gelen anlamının dışında çoklu anlamlara açılma imkânı bulunur. Bir önceki cümle, iki sayfa önce yarım kalmış bir söz, yazarın nedense seçtiği bir ayrıntı, diyelim bir el hareketi, ya da bir sinek vızıltısının işitilişi… bunlar o cümledeki çoklu anlamların görünürlüğünü, algılanabilirliğini etkiler. Ama aynı zamanda okuyucunun ruh hali, geçmişi, birikimi, beklentisi vs de başka birinin, hatta yazarının bile çıkaramadığı bir anlam çıkarmasında etkili olabilir. Bu nedenle, böyle bir edebi metin karşısındaki okurun edilgin bir pozisyonda kalmadığını, kalmayacağını düşünüyorum. Kuşkusuz her şeyin apaçık anlatıldığı öykülerde de böyle bir yan var, ama bu gibi öykülerde okurun hareket alanı daha dardır. Okura daha geniş bir yaratıcılık alanı tanıyan öyküler okuduğumda daha çok heyecanlandığımı söyleyebilirim. Şunu da belirtmek isterim, duyduğum heyecan yazarın sakladığı bir şeyi bulmanın, onu sobelemenin, bir bulmacayı çözmenin heyecanı değildir. Daha ruhsal bir şey bu. Böylesi öykülerin bize sezdirebileceği bir şey daha var belki de. Hayat karşısındaki tavrımızla, duruşumuzla ilgili bir şey bu. Giderek daha da tekdüzeleşen bir hayat yaşıyoruz. Hiçbir şey olmuyormuş gibi geliyor bize sürekli olarak. Oysa yaşadığımız her şey, canlılığımız, canlı bir varlık oluşumuz, bütün bunlar sadece ve sadece bu “hiçbir şey olmuyormuş gibi” olan hayatımız süresince var. İşte, bu bir yandan içerisinde hiçbir şey olmuyor gibi olan öykülerde gizlenmiş, hemen kendini açık etmeyen “büyük” şeyler -aşklar, kavgalar, kırıklıklar, hınçlar vs- de olabiliyor. Hayatta da böyle değil mi? İnsanın “algısının kapılarını” açmanın türlü yolları var. Edebiyat da bu yollardan biri. Sadece okurken değil, yazarken de açılabilir algının kapıları.
Sorunuza gelince. Dediğiniz gibi yaşananın arkasındaki öyküyü anlattığımda, bu fırsatların tamamı yitebilir. Okurun metne katkısı, metnin okundukça çoğalma ihtimali azalır, algımızın bir kapısı açılacağına kapanır belki de.
Öykülerinize, öyküsel gerçekliği, sahiciliği, inandırıcılığı sağlayan, yanıbaşımızda oluyormuşcasına bizi ikna eden gerçekliği, öykünün başlangıcıyla sonu arasındaki akışta nedensellik zincirinden hiç vazgeçmeyen bir yapıyla (anlatım sırasında zaman ve mekân sıçramaları olmuyor) kurmanıza bağlıyorum ben. Diğer yandan da anlatıcılarınız o doğal akış içinde düşünce ve duyumsamalarda geçmişe ve olası geleceğe gidip geliyor. Hayata müdahale etmek yerine hayatı yorumlamayı seçen, -bir öykü kişinizin deyimiyle- hayatla “mütareke” yapmış, kenarda durmaktan adeta hoşlanan insanlardan seçiyorsunuz bu anlatıcıları… Neden acaba?
Hayata müdahale etmek çok büyük bir iddia. Hayatın içerdiği imkânları, ihtimalleri, sürprizleri önceden belirleyebilme yönündeki bir kibri de içermez mi bu söz? Hayatla “mütareke” yapmış öykü kahramanının kullandığı “mütareke” sözcüğünden anlıyoruz ki bir zamanlar o da savaşmış hayatla. Ama yine bu sözcükten anlıyoruz, bu bir yenilgi de değil. Durmuş sadece. Üzerine gitmeyi bırakmış. Öykü kişilerinin çoğunda böyle bir ruh hali var galiba. Daha doğrusu, böyle bir ruh hali bana anlatılmaya değer göründü diyebilirim. “Yenilgi”yi anlatmak revaçta günümüzde, ya da hayatla didişip bu mücadeleden zaferle çıkanların hayatlarını kaleme almak - biyografilere olan düşkünlük birazdan bundan, birilerinin zaferlerini okumak insanların hoşuna gidiyor. Bana cazip gelense bu ikisinin dışındaki bir tavır. Bu öykü kişilerinin hayatla beraber akmayı seçmiş, ermiş kişiler olduğu da söylenemez. Bunun da dışındaki bir hal anlatmaya çalıştığım. Bir eşikte duran insanlar bunlar. Bu eşiği geçip geçmeyecekleri belirsiz. Böylesi bir eşik günümüz dünyasını anlamak için önemli olabilir gibi görünüyor bana. Dünya böyle bir eşikte gibi görünüyor bana. Geçmişin ve olası geleceğin ağırlığından kurtulup şimdiyi kavramaya çalışmak için böyle bir “mütareke”ye dünyanın da ihtiyacı var gibi geliyor bana.
Tabii, öykülerini anlatmaya çalıştığım öykü kişileri müdahalesizlikleriyle biraz da havlu atmış gibiler. Ama onların havlu atmaları biraz farklı gibi, ya da öyle olmasını istiyorum. “Yenildik, beceremedik” diyorlar, bunun farkındalar, ama bu yenilgi fikrini hayatlarını, geçmişlerini yorumlarken her an göz önünde tutan kişiler değiller. Yorumlarını bir parça -çok değil- nötr bir gözle yapma hevesindeler. “Yenildik, ama” deyip dışarıdakilerde sorumlu aramıyorlar. İçe dönük bir yorumlama arayışındalar. Eşikte durdukları esnada, yatay bir şekilde yolun devamına değil, dikeylemesine, derinlemesine bakma ihtiyacındalar. Bunu becerebildikleri anlar da var, beceremedikleri anlar da. Seslerini -kendi içlerinde, ötekilerin gıyabında- yükseltip diklendikleri de oluyor, büsbütün bir sessizliğe gömüldükleri de. Sorunuzu yanıtlarken öykü kişilerine dair aşırı yorumlar yapmak istemem. Öykücü de, öykünün dışına vâkıf değil. Öykünün içerisinde kalarak yanıt bulmaya çalışıyorum sorunuza. Bu sorunun benimkinden farklı yanıtları da olabilir, bunun farkındayım. Siz ya da öyküleri okuyacak başka biri benim bu söylediklerimden farklı yorumlar yapabilirler öykü kişileri hakkında. Söylemeye çalıştıklarımın daha çok nasıl bir ruh halinin öyküsünün peşinden gitmeye çalıştığımın ifadesi olarak algılanmasını isterim.
Kitabınıza adını veren “Gün Ortasında Arzu” öykünüz, alttan alta (ya da içten içe) toplumsal ve kişisel bellekle didişen bir öykü; ve öykünüzün anlatıcısı, “hatırlamak bazen iyidir” diyor. Size sormadan edemiyorum, hangi durumlarda hatırlamak iyidir?
Bir önceki sorunuzu yanıtlarken geçmişin yorumlanmasından söz etmiştim. Geçmişi yorumlarken elimizden tutabilecek tek şey gene geçmişimiz. Kitaplardan okuduğumuz, ya da sonradan yakıştırdığımız, kurguladığımız bir geçmiş değil ama, bizatihi yaşadığımız, yaşarken duygulandığımız, sevindiğimiz, kederlendiğimiz, didiştiğimiz, seviştiğimiz kendi geçmişimiz. Tek sahici referans bu elimizdeki: Yaşadığımız şeyler - tabii, sahici şeylerse yaşadığımız. Yeni karşısındaki tutukluğumuzu giderebilir böyle bir bakış. Yaşadıklarımızla öğrendiklerimiz duygusal belleğimizde duruyorlar. Kimi zaman yaşadığımız bozgun duygusu geçmiştekinin birebir aynısını arıyor olmamızdan; bu, geçmişin bir hayalet olarak önümüze dikilmesine neden oluyor. Bu nedenle, kimi zaman bir sıfır noktası olsun ister, yepyeni bir başlangıç olsun diye arzularız. Oysa belleğimizi büsbütün yitirmeden böyle bir şey olmaz. Olduğunu sansak da olmaz. Geçmişimizle, belleğimizle ilişkimiz ikircimlidir çoğu zaman. Onla da onsuz da olamayız. İnsan olmanın, yaşıyor olmanın önemli bir yanı bu. Geçmişten gelen bilgimizle kavramaya çalışırız yeniyi. Aklımızın bir kenarında geçmişin bilgisinin şimdinin bilgisi olmayabileceğini tuttuğumuzda, işimiz hem kolaylaşır hem zorlaşır. Sürekli olarak böyle bir farkındalıkla yaşamak -becerebilsek- işlerimizi kolaylayacaktır, ama beceremeyiz çoğu zaman. Bazı anlarda bunu fark ederiz ancak. Küçük aydınlanma anlarıdır bunlar. Hatırlamak bu nedenle bazen iyidir, bazen değil. Hatırlarkenki farkındalığımıza bağlı. Kimi zaman düpedüz bir kaçıştır hatırlamak. Kimi zaman atacağımız adımın ateşleyicisidir. Hayatla “mütareke” halindeki öykü kişisinin dikeylemesine yaptığı içsel yolculuk da farkındalık arayışıdır, kendisinin bile farkında olmadığı.
Yine aynı anlatıcı, kaldırım taşını bir özgürlük alanı olarak yorumluyor. Sonra da o alanın altını kurcalamaya -ya da doldurmaya- başladığında, özgürlük falan kalmadığını, elimizin kolumuzun sımsıkı bağlandığını (: hayatın içindeki trajediyi) görüyoruz… Ve dramımız da başlıyor. Neden bu dramı örtük anlatmayı tercih ediyorsunuz?.. Öykü gerçekliğini hayat gerçekliğine yakınlaştırmak için mi?
Öyküdeki anlatıcının o sözünde aslında açık bir gönderme de var. ‘68’in anarşist gençlerinin meşhur sloganıdır, “Özgürlük kaldırım taşlarının altındadır.” Bu sözü anımsayıvermesi geçmişten kalan kırıntıların su yüzüne çıkmasından belki de. Anarşistler bu sözü söylerken kaldırım taşlarını söküp atmayı ima etmiş olmalılar, öykü kişisi de bunu biliyor, zamanında bunu yapmışlığı da olabilir - kim bilir? Bildiği başka şeyler de var gibi görünüyor bana. Köprünün -ve kaldırımın- altından çok sular aktığını görmüş, yaşamış. Ama akan bu suların ortalığı temizlemediği, aksine kirlettiği çok açık. Başımızı kaldırıp baktığımızda her an bunu görüyoruz zaten. Hayatın içindeki trajediyi örtük anlatmama gelince: Bu öykü özelinde şunu söyleyebilirim. Önceki soruda dediğim gibi, kendi içine dönmüş bir öykü kahramanı bu. Ama dışarıyla büsbütün ilgisiz değil. Dışarıyla ilgisi de çok bilinçli bir şey değil. İnsan içine döndükçe, derinleştikçe, sözünü ettiğim küçük aydınlanma anlarını yaşadıkça, sadece kendisi ve geçmişi hakkında aydınlanmaz, büyülü bir şekilde dışarısı da daha net görünür o derinlikte. Bu netliği sağlayan biraz da korkusuzluğudur. Derinlik korkusunu aşmış olmanın sağladığı bir netlik bu. Öykü kişisinin kimselerin görmediği ya da çok azımızın gördüğü bir şeyleri sezmeye başladığı anın öyküsünü anlatmaya çalıştım. Bu nedenle öykünün içerisine onun sezdiği kadarı giriyor trajedinin. Daha ötesini öykünün bünyesi kaldırmazdı sanırım.
Sorunuz genel olarak trajediyi, trajedileri neden örtük anlattığım sorusunu da içeriyorsa, şunu söyleyebilirim. Yazarken görmeye çalıştığım, odaklandığım, insanın iç dünyası. İçimizdeki trajedi, elimizi, kolumuzu içeriden bağlayan şeyler. Bilir gibi olduğumuz, sezer gibi olduğumuz, ama tam olarak bilemediğimiz engellerimiz. Yaşamak daha güzel bir şey olabilecekken, elimizden tutan ne? Sadece imkânlar mı, bu imkânlara ulaşamamamız mı, yoksa kendi kendimizi mi engelliyoruz? Geçmişimiz mi, korkularımız mı? Kuşkusuz dışarısının korkutuculuğu, geleceğin belirsizliği, güven arayışımız gibi dışsal olmakla birlikte yine de kendi içimizde anlamlandırırken içselleştirdiğimiz engeller de var. Özgür olamamak büyük bir trajedi, ama bunun nedeni sadece yasalar, iktisadi düzen, toplumsal değer yargıları mı? Bunlara bizim verdiğimiz önemin, bizim bunları kendi dilimize tercüme edip içselleştirmiş olmamızın hiç mi etkisi yok? Özgür olamama trajedisine içeriden bakmak edebiyatın işi. Ya da edebiyat bu bakışı mümkün kılan bir dikey yolculuk sağlayabilir bize.
Öykülerinizdeki anlatıcıların çoğu hem 12 Eylül öncesi kültür atmosferini hem de 12 Eylül sonrasının atmosferini yaşamışlar… Açık açık söz etmeseniz de, okura içten içe bu travmanın sızısını taşıdıklarını hissettiriyorsunuz; bazen içlerindeki sızının farkındalığıyla, bazen gerçekliği kabul etmenin bilgeliğiyle, bazen de kendilerine dönük bir ironiyle bakıyorlar hayata. Peki, siz nerede duruyorsunuz öykü kişilerinizi yazarken, hangi mesafeden bakıyorsunuz onlara?
Omuz başlarındayım sanırım. Öykülerin çoğunu ben anlatıcının ağzıyla yazıyorum. Bunu hakkıyla yapabilmek için öykü kişisinin çok yakınında olmak gerekiyor, onun nerede, ne hissettiğini bilebilecek kadar yakın. Belki de şah damarlarının orada bir yerdeyim. 12 Eylül’de 12 yaşındaydım. 12 Eylül öncesini bir çocuk olarak, hemen sonrasınıysa bir yeniyetme olarak yaşadım. Öykü kişileri benden azıcık yaşlı olmalılar, sizin dediğiniz gibi 12 Eylül öncesinin kültür atmosferini yaşamışlarsa. Tabii, kültür atmosferini solumak için bizzat yaşamak gerekmez. Bazen bir kültür atmosferi sonraki yıllara da sirayet eder üstelik. Üniversiteye girdiğim yıllar, gençlik hareketlerinin yeniden oluşmaya başladığı yıllardı. 12 Eylül sonrasının baskı ortamı içerisindeydik, ama bilgilerimizin tamamı bizden önceki kuşaktan tevarüs ettiğimiz şeylerdi. Yine de gençlik hareketleri içerisindeki yaşıtlarım bir nebze bir yenilenme çabasındaydı. Ama hâkim kültürel atmosfer bizden öncekiler tarafından belirleniyordu. Büyük bir fark vardı ama. Yakın gelecekte büyük bir şeyler olacağı umudundan, beklentisinden çok uzaktık. Devletin gençlere tavrıysa pek değişmemişti, hatta daha zalimaneydi; kültürel atmosferi belirleyen bir etmen de dışarısının (devletin, toplum genelinin) yaydığı havadır. Travmayı yaratan sanırım 12 Eylül sonrasına hâkim olan bu havaydı. Kendi içlerine dönme cesaretini gösterenlerin çabucak yenilgi duygusuna kapılmasının nedeni de budur sanırım.
Lukacs’ın romanı tanımlarken söylediklerini önemli bulurum. Her şeyin alınır satılır olduğu -şeyleşmiş- bir toplumda sahicilik arayan sorunsal bireylerin anlatısı olarak tanımlar romanı. Kitaptaki öykü kişileri de biraz böyleler galiba. Ama yazdığım öykü olduğu için, toplumsal yapı, öykü kişilerinin geçmişte yaşadıkları vs ancak öykünün şimdiki zamanına etkili oldukları yer ve ölçüde yer buluyorlar. Tepkilerinde, tepkisizliklerinde, duygularında, duygulanamamalarında saklı bunlar.
Gün Ortasında Arzu’daki öyküleri üç bölümde sıralamışsınız. İlk bölümdekilere “dönüş”, baba ocağına dönüş öyküleri denebilir. Diğer yandan, “dönmek”, öykülerinizde hiç gitmemiş olmak gibi de bir içerik kazanıyor. Öykü gerçekliğinden hayat gerçekliğine geçerek bakarsanız, insan baba ocağından / anne kucağından hiç ayrılmıyor mu yoksa?
Bir önceki öykü kitabımın yayımlandığı günlerde hiç aklımda olmayan bir kitap hazırlama teklifi aldım Tanıl Bora’dan. İletişim Yayınlarının Memleket Dizisi için bir Adana kitabı hazırlamamı istedi. Sonraki iki yıl yoğun bir biçimde bu kitap için çalıştım. Yazılar istemek, gelen yazılar üzerine düşünmek, kitapta yer alacak kendi yazılarımın yazılması… Baba ocağım olan, hayatımın ilk on sekiz yılının geçtiği Adana, önceki yıllarda hiç olmadığı kadar gündemimde oldu. Sanırım, “dönüş öyküleri” fikri bu kitabı hazırlamasaydım aklıma gelmezdi.
Baba ocağına dönüşü yeğlememin bir nedeni de, dikey yolculuklarında geçmişlerini didiklerken, mekân olarak da bir zamanlar yaşadıkları yerde bulunmalarının öykü kişilerinin bu yolculuklarını kolaylaştıracağı düşüncesiydi. Adana’ya Kar Yağmış’ı hazırlarken ister istemez Adana’yla ve kendi geçmişimle de yüzleştim galiba. Bu yüzleşmenin yazdırdığı öyküler olabilir söz ettiğiniz öyküler.
Geçmişimizin bilgisinden söz ettim önceki sorularınızdan birinde. Bu bilgiyi içimizde saklıyoruz. Baba ocağımızı / anne kucağımızı da bu ölçüde saklıyor olmalıyız. Benim yaşadığım yüzleşmenin daha derinini öykü kişileri memleketlerine dönmek zorunda kaldıklarında yaşamış gibi duruyorlar. Bu yüzleşme ya da karşılaşma derinleştiğinde zamanda yolculuk benzeri bir şey yaşanıyor galiba. Hiç gitmemiş gibi olma hissi böyle bir şey. Bir yanılsama, tatlı bir yanılsama, insanı bir süre oyalayacak bir şey. Ama gitmiş de dönmüşseniz, bu bir yerde kendisini hissettirecektir. Şehrinizin, arkadaşlarınızın, hepsinden önemlisi sizin çok değişmiş olmanız bu yolculuğu kesintiye uğratacaktır. Bu yanılsamanın yaşandığı ve kesildiği anların öykülerini yazmaya çalıştım galiba.
Kitabınızın ilk bölümündeki öykülerin başında Oktay Rifat’in “Dilmeceler”inden “Gün batmasa her kente dönebilir” dizesi yer alıyor. Sizce, gece mi bizi o kendimizi daha güvende hissettiğimiz anarahmine dönmeye kışkırtan?
Tam tersini düşünüyorum. Gece, dönemeyeceğimizi duyurur bize. Belki gün batmaktayken göğün yaşadığı değişim, renklerin birbirine geçmesi, ışığın azalması ama büsbütün çekilmemesi bizde her şeyin mümkün olduğu hissini uyandırabilir. En olmaz düşlerin kurulduğu andır bu. Ama ışık büsbütün çekilip gece indiğinde, kendimizle kalıp içimize döndüğümüzde elimizden tutan, hareketlerimizi sınırlayan her şey çöreklenir üzerimize. Gün batmasa yapabileceğimizi sandığımız şeyler gece çökünce imkânsız gelmeye başlar.
Kitabınızın ilk bölümündeki öykülerde verili dünyanın değişeceğine dair umutlarından uzaklaşmış insanları da okuyoruz bir yandan. Yoksa umut, sadece bir gençlik duygusu mu sizce?
Umut değilse de cesaret biraz öyle galiba. Bütünüyle umutsuz değiller bence öykü kişileri. En azından kendi hayatlarında harekete geçip dönmüşler. Bu yeni bir başlangıç umuduna işaret ediyor. Döndükten sonraki hayatlarında da kendilerine itiraf edemedikleri umutları yok değil. Becerip beceremeyecekleri başka bir şey ama umutsuz değiller. Dünyanın değişmesi umudunu yitirmiş gibiler, ama umudu yitirmek her zaman umutsuzluk değil. Hatta bunun bir imkân olabileceğini söylüyor bir öykü kişisi. Umudunu yitiren insanın hiçbir şeye hayıflanmayacak olmasından söz ediyor. Bu biraz da geçmişin ağırlığından kurtulmak değil midir? Beklentisizlik beklemekten daha açık kılar insanı.
“İyi Olacak İyi” adlı öykünüz, “Sayfa boştu, hep boş olmuştu, boş kalacaktı” diye bitiyor. Öykü kişiniz açısından baktığınızda bir kadercilik mi bu gözlem, yoksa bir bilinç mi?
Bu, içsel bir farkındalık galiba. Ne kadar yakınında olsam da öykü kişisinin, her şeye vâkıf değilim onun hakkında. Kendi içine ve geçmişine döndüğünde fark ettiği bir şey sayfadaki boşluk. Bu cümle öykünün son cümlesi olmakla birlikte, öykünün geçtiği ana ait değil. Bir hafta önce yaşadığı bir şeyin anımsanması. Belki de öykü boyunca bize anlattıkları geçmişiyle yüzleştiği, sayfanın boş olduğunu fark ettiğinde başlamıştır.
Kitabınızın bölüm epigraflarını ikinci yeni şairlerden seçmişsiniz. Ve gerçekten de bölüm öyküleriyle örtüşüyorlar. Örneğin ikinci bölüm öykülerinin başında Edip Cansever’in “Benim sözlerim eksildi // Onunkisi de eksildi // Zaten kelimeler sonludur” dizeleri yer alıyor. Ve gerçekten de öykü anlatıcılarında eksiklik duygusu hâkim; içten içe çağıldayan derin bir kaygı ve tedirginlik de. Yazar olarak eksiklik duygusuyla öykü yazma arasında nasıl bir ilişki kuruyorsunuz? Eksiklik duygusu, genelde sanatın, özelde edebiyatın neresinde duruyor sizce?
Eksiklik duymayan, her şeyi tam olan birinin edebiyat gibi zahmetli ve semeresiz bir işle uğraşacağını sanmıyorum. Sorunuzu, edebiyatçıyı yazmaya iten neyin eksikliğidir diye algılıyorum. Ya da edebiyat neyi tamamlar? Sanırım edebiyatçı kelimelerin eksikliğinin farkındadır. Bir durumu, bir olayı anlamlandırabilmek için gerekli olan kelimelerin ve kelimelerin yaratacağı bütünün arayışı değil midir edebiyat? İlk bakışta bunun tam tersi gibi görünecek bir şeyi de amaçlar edebiyatçı. Kelimelerin ötesine geçmek ister. Kelimelerin boğduğu, gürültüye getirdiği, daha derindeki, daha sahici şeyleri araştırır. Bunu yalnızca kelimeler aracılığıyla yapabilecek olmak gibi paradoksal bir yan da var. Ama edebiyatın gücü de bunda. Edebiyatın −yazan için olduğu kadar, okuyan için de− eksiklik duygusuyla baş edebilme uğraşında önemli bir araç haline getiren, edebiyatçının bu paradokstan ürkmeyip buna meydan okumuş olmasıdır. Hiçbir zaman tamamlanmayacağını bildiği bir eksiklik duygusuyla baş etme sürecidir edebiyat. Edebiyat bazen başka şeylerin tamamlanmasına yarıyor olsa da -günümüz edebiyatını düşündüğümüzde edebiyatın başka hangi eksiklikleri giderdiği sorusuna kolaylıkla yanıt bulunabilir-, bana sahicilik duygusu veren edebiyat anlam dünyamı zenginleştiren edebiyattır. Öykü özelinde şunu da söyleyebilirim. Beğendiğimiz, bizi çarpan bir öykü, bizim eksik bir parçamızı bize sunmuştur. Üstelik öykü eksikli bir türdür. Anlattığı kişinin, olayın bütünlüklü bir profilini sunmaz. Ama onun içerdiği eksiklikler bizim o öyküye sızmamıza imkân tanır.

“Herkes bir yerde birbirine çarpar bu âlemde. Herkesin herkese anlatacağı birileri vardır. Bir yerlerde adı anılır herkesin. Sözün tükendiği yerde, bir isim kısa ömürlü bir kıvılcım olur” diyor “Islak Muşamba”nın anlatıcısı. Hayat içinde bazen bir süre de olsa sıkı arkadaşlık kuran, bazen birbirine değip geçen insanların birbirlerinde bıraktıkları izleri tartışıyor kafasının içinde. Başkalarında anlatılanlar üzerinden bir imgeye dönüşen varlığımızı; bunun yerindeliğini ya da yol açtığı yanılsamayı didikliyor sessiz sessiz. Ve bu sessizlik bir çığlığa dönüşüyor okurda. Sessizliğin çığlığa evrilmesi, -kuşkusuz- çok çarpıcı… Ama yazma sürecinde sizi hırpalamıyor mu?
Bana iyi geliyor öykü yazmak. Bir tür iç görü sağlıyor kimi zaman. İnsan bazen içerde gördüklerinden hoşnut olmayabilir, dediğiniz gibi hırpalanabilir, ama hiç görmemekten iyidir hırpalanmak. Öte yandan, yazmak aynı zamanda insanın belirli bir mesafede durmasını da sağlıyor. Yaşarken karşısında soğukkanlı olamadığınız bir şey yazarken bu mesafe nedeniyle baş edilebilir bir şey haline gelebiliyor.
Öyküleriniz genelde gün ışığında geçiyor. Gün ışığının kendisi de, gölgeleri de öykülerinizde yarattığınız atmosferin ayrılmaz bir parçasına dönüşüyor, okurken etkisine giriyoruz. Bilinçli bir tercih mi bu nitelik?.. Yazarken ve okurken siz bu etkiyi ne kadar önemsiyorsunuz?
Kesinlikle bilinçli bir tercih değil. Siz söyleyince fark ettiğimi söyleyebilirim. Ama bu galiba başka bir tercihimle örtüşüyor. Hayatı bölünmüş olarak yaşıyoruz. İş saatleri var, bir de işten çıktıktan sonraki saatler. Hazlar olsun, duygular olsun işten sonraki saatlere erteleniyor. Bir anlamda iş saatleri insan olmanın asal yanlarını askıya aldığımız saatler. Bu bölünmüşlüğün içerisinde kaçamaklarımız olmuyor değil. Dalıp gittiğimiz, hayal kurduğumuz, işten çaldığımız saatlere sıkıştırdığımız daha sahicisinden şeyler… Bunları yaşayabilmek için kaçmak zorunda oluşumuz, modern dünyanın insana dayattığı büyük bir zulüm. Böyle kaçamak anlarını yazmanın bilinçli bir tercih olduğunu söyleyebilirim.
Kitabınızın ikinci bölüm öykülerinden “’Yaz Bitti’ Diyorlar”, hemen fark edilemeyen bir erotizm dokusuyla örülmüş, erotik duyumsamalar gündelik hayatın ayrıntıları arasına dağıtılmış… Pek örneğine rastlamadığımız bir incelik bu… Örtülü anlatım, bu öykünüze daha katmanlı bir duyumsama boyutu kazandırmış. Hayat gerçekliğiyle bir bağlantı kurmanız gerekirse, yazar olarak bizimle erotizme bakışınızı paylaşır mısınız?
Erotizmle ilişkimiz bizim en karanlık yanlarımızdan sanırım. İçine dönen bir kişinin en çok hırpalanabileceği alanların başında cinsellik gelir belki de. Ama bunun peşinden gitmek, kişinin kendindeki erotizmi, cinsellikle ilişkisini araştırması algının başka kapılarını da açabilir gibi gelir bana. Tensel ilişkide iki insan arasındaki iletişim çok doğrudandır. Bu doğrudanlık koruma duvarlarımızı ortadan kaldırır, kolay hırpalanabilirliğimiz de bundan kaynaklanır. Ama bu duvarların kalkması kişinin kendisiyle ilişkisindeki duvarları da zorlar. Aynı şekilde, kendisiyle ilişkisinde söyleşimizin başında söz ettiğim dikey yolda ilerlemiş birinin seviştiği insanla ilişkisi de daha doğrudan olur gibi geliyor bana. Dolayısıyla, bir öykü kişisinin kendisiyle ilişkisini anlatırken onun erotizmi algılayış ve yaşayış biçimi de yazının alanına giriyor. Edebiyatta cinselliği konu almak riskli gelir bana. Kolaylıkla çiğ bir metin çıkabilir ortaya. Örtülü anlatım bu riski azaltır, ama söz ettiğiniz öyküdeki erotizmin örtülülüğünün nedeni başka. Öykü kişisi öbür öykülerdekilerden biraz farklı, silkinmeyi başarmış gibi görünüyor. Bu silkinmeyi sağlayan da bir kadına duyduğu erotik duygu galiba. Kaynağını erotizmden almış bir silkinmeyi anlatırken erotizm o öykü kahramanının her yanına, gördüklerine, işittiklerin, anımsadıklarına siniyor diyebiliriz. Belki de örtülü bir erotizmden çok her yana sinmiş, yayılmış bir erotizm var bu öyküde. Ya da ben öyle olmasını istedim, ama ne ölçüde becerebildiğim başkalarının takdir edebileceği bir konu.
Erotizm, dediğim gibi kişinin karanlık alanlarına açılan bir kapı, bu nedenle bu karanlık alanlara ışık tutmaya, ya da bu karanlık alanların karanlığına gömülmeye niyetlenen edebiyatçı için -edebiyatın ışık tutmak gibi aydınlatıcı bir rolü olduğunu düşündüğüm sanılmasın, karanlığı duyurmak çoğu zaman ışık tutmaktan yeğdir- erotizm bereketli bir alandır.
Kitabınızın üçüncü bölümündeki öykülerinin önünde Turgut Uyar’ın “Yenilgi Günlüğü”nden “yarın pazar // yarınki pazarların sessizliği” dizeleri yer alıyor. Ve bu öykülerin ortak noktası ise, hikâye anlatmanın, öykü yazmanın anlamını sorgulamaları. Sessizlikle, özellikle pazar günlerinin sessizliğiyle okumak ve yazmak arasında ne türden bir ilişki var sizce?
Aslında pazardan çok cumartesiyi işaret etmek için o dizeleri seçtim. “Yarın pazar”sa biz cumartesideyizdir. (Bu söyleşiyi bir cumartesi günü yapıyor olmamız da tesadüf değil galiba!) Kitabı oluşturan öyküleri bir araya getirdiğimde şunu fark ettim, öykülerin bir bölümü cumartesi gününde geçiyor. Hatta birinin adı bile “Olağan Cumartesi.” Hayatını yazarak değil de başka bir iş yaparak kazanan biri olduğum için benim yazma günüm cumartesi çoğunlukla. Hafta içinde akşamları, ya da bir yerlere giderken vapurda, otobüste okuma imkânı bulabiliyorum, hatta öykü dışında yazdığım yazıları hafta içi akşamları da yazabiliyorum, ama bir öyküye girişmek için daha geniş bir zaman gerekli gibi geliyor bana. “Hafta sonu öykücüsü”yüm diyebilirim. Bu durumun etkisi olabilir bunda. Başka bir soruyu yanıtlarken dediğim gibi, modern dünyada bölünmüş hayatlar yaşamak durumundayız. Sadece yazıp çizen insanlar için değil bu, herkes için böyle. Örneğin çocuklarıyla hafta içinde ilgilenemeyen ana babaların çocuklarıyla biraz daha zaman geçirdikleri zamandır hafta sonları. Ertesi hafta yeniden çalışabilmemiz için bize cumartesi ve/veya pazar günü lütfedilir aslında. Bizi düşündüklerinden değil, yeniden çalışabilmemiz için. Bu daracık zamanı kendimizi yenilemek için kullanmaya çalışırız. Bunun yolu kimimiz için okuyup yazmaktır, kimimiz için gezip tozmak, maça gitmek ya da alışveriş yapmak. Hepsini birden yapmaya çalışırız tabii ki. Sonra pazar akşamı olur. Ertesi günün kederi değildir içimize dolan, nasıl olup da çabucak geçtiğidir bu tatilciğin. Daha yapmak istediğimiz ne çok şey vardır, ertesi hafta sonuna kalan.
Üçüncü bölümdeki “İntikam Peşinde”de bir ara kameranın önünden geçen adamın heyecanını, “Hikâyeden Bir İş”te işi kameraların arkasından bakmak olan genç bir adamın duyumsamalarını okuyoruz. Bu “bakmak-bakılmak”, “görmek-görünmek” ikiliği, gündelik hayat gerçekliğimizin de patolojik bir parçası. Sanki, bizi sözlerden çok görüntüler yönlendiriyor. Konuyu edebiyatla gündelik hayat arasına giren mesafeye bağlarsak, siz neler söylersiniz?
Guy Debord, Gösteri Toplumu’nda pek çok yönüne değinir günümüz dünyasında görüntünün aldığı halin. Kitabın adı bile çok şey söylüyor. Gösteri toplumunda yaşıyoruz, bir önceki dönemde, klasik kapitalizm çağında her şey alınır satılır olmuştu; yeni dönemdeyse bu şeyleşmenin yerini görselleşerek şeyleşme aldı. Bazı düşünürler daha da ileri gidip görüntüdeki gerçekliğin asıl gerçekliğin yerini aldığı siber bir dünyada yaşamaya başladığımız haberini verdiler. Sonuçta, nasıl göründüğümüz nasıl biri olduğumuzun önüne geçti. Gündelik hayatı çözümlerken semiyolojinin daha çok rağbet görüyor olması, imgelerin çözümlenmesinin günümüz dünyasını anlamamız için eskisinden çok daha fazla ipucunu bize sunuyor olmasının bir sonucu. Üstelik bu imgeler ne olduğumuzun da işaretini taşıyor. Yine de insanın dışarıya sunduğu imgesinin ötesinde bir de iç dünyası var. Edebiyatın da kuşkusuz söz ettiğim imgelerle bir alışverişi var, ama insanın derinine bakmaya, görünenin ardını araştırmaya hâlâ ihtiyaç duyuyorsak edebiyatın modern (ya da postmodern) dünyada hâlâ yapacağı şeyler var.
Üçüncü bölümdeki öykülerin anlatıcıları kuşkusuz -diğer öykülerde olduğu gibi- savunduğunuz düşünceleri de, karşı olduğunuz düşünceleri de dile getiriyorlar. Siz öykülerinizden birinin doğrudan öykü kişisi olsaydınız, edebiyat, okumak ve yazmak üzerine neler söylerdiniz bize?
Öykülerin bazısının cumartesi günlerinde geçtiğini fark ettiğim gibi, yazmak konusuna odaklanmış öykülerin de hiç az olmadığını öyküleri bir araya getirdiğimde fark ettim. Bir zamanlar yazıp çizmiş, ama sonra ne olduysa yazmayı, okumayı bırakmış öykü kişilerinin ciddi bir yekûn tuttuğunu görünce ürktüm aslında. Son dönemlerde edebiyatımızda yazmanın kendisini, yaratma sancısını vs öykü konusu olarak seçme eğilimi malumunuzdur. Bu bana biraz tuhaf gelir aslında. Kimse kimseyi yazmaya zorlamıyorken, yazma eyleminin zorluklarından, sancılarından söz etmek çok manidar görünmez bana. Bir arkadaşım kitabı okuduğunda, yazmakla ilgili öykü kahramanlarının çokluğundan bu eğilimi hatırlatarak şikâyet etti. Neyse ki kitaptaki öykü kişileri yazmaktan, dergi çıkartmaktan vs elini eteğini çekmiş kişiler. Edebiyatın vazgeçilmez bir şey olmadığını yaşayarak görmüş, belki bunun sızısını bir parça duyan, ama çokça da kabullenmiş haldeler.
Dediğiniz gibi, onlardan biri olsaydım, onları yalnız bırakmazdım sanırım. Ayıp olur aksini yapıp onları yalnız bırakmak. Onlar gibi, “Edebiyat vazgeçilmez değildir, edebiyattan daha mühim şeyler vardır hayatta,” derdim, ama bunu edebiyat aracılığıyla söylerdim - yaptığım da bu galiba kitapta. Onlar da muhtemelen dalga geçerlerdi benimle. Sonra bu konuyu konuşmak için içmeye giderdik hep birlikte. Gider ve başka şeyler konuşurduk.

(Eşik Cini, sayı: 9, Mayıs-Haziran 2007)

BEHÇET ÇELİK'LE SÖYLEŞİ - TOLGA MERİÇ

Sait Faik Öykü Ödülü’nden başlayalım mı? Bu ödülün ve bu ödülü almanın sizdeki imgelerinden? Sait Faik’in öykücülüğünüzün neresinde durduğundan?
Sait Faik Hikâye Armağanı benim için ismimin Sait Faik’le birlikte anılacak olmasından ötürü büyük önem taşıyor. Öykülerini sevdiğim çok yazar vardır, ama kafamdaki “öykücü” imgesine en çok denk düşen Sait Faik’tir, hatta diyebilirim ki böyle bir imge kafamda Sait Faik’in öykülerini okudukça oluşmuştur. Sait Faik’in kendisinin öykülerindeki anlatıcı-kahramanla çok yakın, hatta bitişik durmasının, bir anlamda yaşamıyla yazısının iç içe geçmişliğinin de bunda kuşkusuz büyük etkisi var. Başka yazarlarda bizi rahatsız edebilecek savrukluklar Sait Faik’in öykülerinde metnin doğası gereği gibi görünür çoğu zaman; bunun nedeni de bize gösterilen/anlatılan öykücünün de bir parça savruk olmasındandır, onun ağzından dinlediğimiz öykünün savrulması doğaldır. Sait Faik’in öykü dili de, kendisinden önceki yazarların kurduğu “edebi dil”in eğilip bükülmesiyle oluşturulmuştur, kendine özgü bir dildir. Öykücülüğümüzdeki yenilikçi atılım çokça onun bu tavrından cesaret almıştır. Bu, varolan yapılarla yetinmeyen, yeniye açık, yazarı ve yazıyı özgürleştiren bir tavırdır. Bunların yanında Sait Faik’in bu tavrı salt biçimsel bir tavır değildir, özgürlüğe adanmışlık öykülerinin yapısında, dilinde, anlatımında olduğu kadar öykülerin düşünsel-ideolojik yanında da bulunur.
Sait Faik’in öykülerinin bütününde soluduğumuz bu havanın benim öykülerimi de etkilemiş olmasını arzularım. Böyle midir, değil midir; onun gibi sakınmadan, kurallardan, her türlü dışsal ve içsel otoriteden azade yazıyor muyum... bunların yanıtını bilmiyorum.
“Gün Ortasında Arzu” Oktay Rifat, Edip Cansever ve Turgut Uyar’dan dizelerle ilerliyor. Arka kapakta ise öykülerinizin “şifreden çok şiire yakın” olduğu saptaması yer alıyor. Bir öykünün şiire kavuşma, şiir edinme serüvenini nasıl anlatırsınız?
Kitaptaki bölümleri ayırmak için yer aldı bu üç şairin dizeleri. Kitabı hem bölümlere ayırmak istiyordum, hem de bu bölümlemelerin çok keskin olmasını istemiyordum. 1, 2, 3 diye bölümlemek, ya da ara başlıklar koymak bölümleri çok net biçimde birbirinden ayıracaktı. Evet, bu bölümlerdeki öykülerin birbirleriyle bir akrabalığı var özellikle ilk bölümdekilerin ama farklı bölümlerdeki öyküler de büsbütün alakasız değiller. Bu nedenle gevşek bir bölümleme olsun istedim kitapta. Bu dizeler başında yer aldıkları bölümdeki öykülere bir biçimde işaret ediyorlar. Tamamen kapsamıyor, özetlemiyorlar, ama bu dizelerin çağrıştıracakları şeylerin öykülere dair bir şeyler söyleyebileceğini umduğum için böyle yaptım.
Bir öykünün şiire ne zaman ve nasıl yaklaştığına her yazar başka bir yanıt verecektir sanırım. Hatta her öykü için bu sorunun bir başka yanıtı olabilir. Edebi türler arasındaki sınırların iyice kalktığını düşündüğümüzde, öykü için de, şiir için de tumturaklı tanımlar yapmak artık iyiden iyiye imkânsız hale geldi. Benim sevdiğim öykülerin şiirle yakın durdukları bir yer var. Anlatmak istediğini dümdüz anlatmayan öyküleri seviyorum, ama aynı zamanda dümdüz anlatmamak için lafı da dolaştırmayan öyküleri... Çok yalın bir olayı anlatırken bu yalın görüntünün altında başka şeylerin saklı duruyor olabileceğini sezdiren öyküler, belki bir parça bu saklı olan hakkında ipucu da veren... Hayat da böyle değil midir? Her şey apaçık değildir, daha derindekini görebilmek için farklı bir bakış açısı, yeni bir görme biçimi ya da algı genişliği gerekir çoğu zaman.
Benim için bir öykü her okuyanın o öykünün bazı yönlerini farklı biçimde algılarken öykünün ruhundaki genel duyguyu aşağı yukarı aynı ya da benzer biçimde sezebildiğinde şiire yaklaşır. Okurun metnin içine girebileceği boşluklar olduğunda, yazar olup biten her şeyi apaçık söylemediğinde, farklı algılamalara imkân tanıdığında… İmgelerden, çağrışımlardan, cümle yapılarından, açık ya da kapalı anlatımdan önce bu anlatmaya çalıştığım genel yapı şiirle akraba bir yapı kazandırır öyküye. Şu da denebilir elbette: “Eee, bunlar bütün edebi eserler için geçerli değil mi zaten?” Eh, bu nedenle şiiri de, öyküyü de, deneme ve romanı da “edebiyat” başlığı altında görmüyor muyuz zaten!
Öyküye ömür biçen şiir midir sizce?
Öykünün ömrünün uzunluğu kısalığı öykünün derdini tek boyutlu anlatmasına bağlı olabilir diye görünüyor bana. Başka biçimde anlatılabilen, mesela özetlenebilen, sadece anlattığı olayla dikkat çeken öykünün ömrü uzun olmaz. Düşünün, bugün Sait Faik’in bir öyküsünü özetleyebilir miyiz? Aynı soruyu Sait Faik’ten oldukça farklı bir yazar için, örneğin Orhan Kemal için de sorabiliriz. Üstelik Orhan Kemal’in öyküsü bir yerde özetlenmeye çok müsait gibi görünür, olay ağırlıklı gibidir, ama yine de özetlediğinizde okuduğumuzda öykünün bizde yarattığı etkiyi yaratamayacağınızı biliriz. Bütün yalınlığının yanında öykünün bir de büyülü bir yanı vardır, yazar kelimeleri, olayları öyle bir araya getirmiştir ki anlatılanın dışında bir şey daha vardır, özetlere, kelimelere sığmayan, ancak o öykünün kendisinin anlatabileceği, gösterebileceği bir şey.
Şiirin, kaldıramayacağı konuları ve durumları en başından kusarak, sizi kısıtladığı da oluyor mu? “Bunu ben yazamam,” dedirtiyor mu size?
Bazı olaylar, sesler, durumlar bana “öyküsü yazılası” görünür. Çok küçük bir ayrıntı da olabilir bu hissi yaratan, yoğun bir duygulanım da... Bu hissin peşinden gidip bir şeyler yazmaya çalışırım, bazen ortaya bir öykü çıkar, bazen çıkmaz. Şu konuda bir öykü yazayım diye masaya oturmadığım için “Bunu ben yazamam” demiyorum pek. Şu da var, bazen o en baştaki histen, durumdan çok farklı yerlere gittiğim de olur. Sonunu nereye bağlayacağımı bilerek başladığım öykü pek azdır.
Romanlarında şiiri duyduğumuz bazı yazarların öyküleri şaşırtıcı bir biçimde takır tukur olabiliyor. Ya da öykülerinde ustalıkla yakaladığı şiir, romanlarında şairane kaçabiliyor. Şiiri her iki türde de ustalıkla “yazan” yazarlarımız hangileri sizce?
Bir türdeki eserlerini okurken “şairane” bulduğumuz bir yazarın başka bir türde yazdığında şairanelikten kendini kurtarmasının kolay olmayacağını sanıyorum. Bu genel bir edebi beğeni sorunu gibi görünür bana, edebi türden önce gelen bir algılama ve ifade etme tarzıdır. Bu nedenle hem öykü hem roman yazmış yazarları düşündüğümde aklıma gelen isimler genellikle her iki türde de ustalıkla yazmış olanlar oluyor. Örneğin, az sayıda romanı vardır ama Sait Faik’in romanlarını öyküleri kadar ustaca bulurum. Sabahattin Ali için de geçerlidir bu. Ben şahsen romanlarını özellikle Kürk Mantolu Madonna’yı ayrı yerde tutarım, ama her iki türde de adını anarken rahatlıkla “usta” diyebiliriz. Memduh Şevket’in Ayaşlı ile Kiracıları adlı romanı öyküleri kadar ustalıkla kaleme alınmıştır. Yusuf Atılgan’ın da öyküleri azdır, ama romanlarının yanında ihmal edilmemesi gerekir. Aynı biçimde, Korkuyu Beklerken’in Tutunamayanlar’dan başarısız olduğunu kim iddia edebilir.
‘Edebiyatta anlam’la ilgili sıkıntıları var öykü kişilerinizin. Yeni kitaplar okuyorlar ve onların gerçekten bir anlam içerip içermediğinden kuşkulanıyorlar. Hatta gazetelerin kitap eklerine yazılan metinler bile okuru kitaptan soğutacak kadar anlam yoksunu. Öykülerinize bakarak, kişilerinizin bu saptama ve eleştirilerinden sizin de büsbütün uzak olmadığınızı düşündüm; doğru mu?
Edebiyattan önce dil ile ilgili bir sorunu var bu öykü kişilerinin. Dilin işaret ettiği anlamın sahiciliğiyle, hatta var olup olmadığıyla ilgili sorulara tam olarak yanıt bulmuş değiller. Arkadaşlarıyla ya da sevgilileriyle ilişkilerinde ne kendilerini tam olarak anlatabilmişler, ne de onları sahiden anlayabilmişler. Hatta kendilerini bile anladıkları söylenemez. Kendi sözleriyle kendi hisleri arasındaki mesafenin yaşamlarındaki kimi kırılma noktalarının ardından azalmayıp artmış olması da onları anlam konusunda umutsuzluğa sevk etmiş olabilir. Bu bile böyleyken sadece kelimelerden ibaret edebiyat da onlara boş görünmeye başlar. Bazen de anlam aramayı şu ya da bu nedenle bıraktıkları için, kendilerine de, dışarıya da böyle bir noktadan bakmaya başladıkları için, her şey gibi, edebiyat da boş sözcükler yığını gibi görünür olmuştur.
Benim de dil ile böyle bir sorunum var. Belki edebiyatla kurduğum ilişki de özünde bu sorundan kaynaklanıyordur. Edebiyat aracılığıyla, öyküler yazarak bu sorunun çözülmeyeceğini biliyorum, ama yine de anlayamadıklarımızı anlamak konusunda edebiyatın elimizden tutabileceğini, en azından anlamamanın çok da kötü olmayabileceği konusunda bize cesaret verebileceğini düşünüyorum.
Öykü kişilerinizin gündelik dille ilişkileri hem komik hem de trajik. Sizinki nasıl?
Edebiyatla haşir neşir olmanın insanı dil konusundaki hassasiyetlerini artıran bir yanı var. Hatta bazen sadece dilden ibaret bir dünyada yaşıyormuşuz gibi geliyor. Öte yandan dil-dışı ya da dil-öncesi, henüz kelimelere dökülmemiş, hislerle, temaslarla varlığını hissettiğimiz şeylerden oluşmuş bir hayat da var, kendini her zaman hissettiren. Bu iki uç arasındaki gelgitler kimi zaman komik kimi zaman trajik görünebiliyor bana da. Bir öykü kahramanının dediği gibi, insan kendini “her şeyi kitaplardaki gibi” sanırken bulabiliyor, oysa her şey kitaplardaki gibi değil. Bununla baş edebilmek için mizah iyi bir yöntem. Öykü yazarken dil oyunlarından pek yararlanmam, ama gündelik hayatta böyle değildir. Bazen kelimelerin içini iyice boşaltmak yararlı olabilir, kelimelere bindirilmiş çok lüzumsuz anlamlar var çünkü.
Tutukluklar, yaşam pratikleri karşısındaki acz ve benzeri beceriksizliklerle çaresizlikler öykü kişilerinizi tuhaf bir biçimde çekici kılıyor. Bütün bunlara sevecenlik beslediğiniz için olabilir mi?
Başarı dünyasına bütünüyle teslim olmamışsanız, her durumda güçlü olmayanları, olamayanları, doğal ya toplumsal seleksiyon sonucunda yok olması gereken evrim artıkları olarak görmüyorsanız, tutukluklarda, beceriksizliklerde size çekici gelen bir yan sezersiniz. Bunlar başarı dünyasıyla uyumlanamadıklarının işaretidir. Dolayısıyla başkaları onları hor görür, aşağılarken size takdir edilesi görünebilirler. Tabii, bu tutuklukların yapay ve kullanılabilir versiyonları da mevcut piyasada. Bunlar bile insanın elinde bir gösteriş aygıtına dönüşebiliyor. Bunu da gözden uzak tutmamak gerek.
Aslında sadece yazarın sevecenliği de değil: Tutukluklar, beklemeler, ertelemeler, ertelenmeler, beceriksizlikler; hepsi hayatı hayat yapan, sevilesi dinamikler olarak da ışıyor öykülerinizde. Belki de şiirinizin sırlarından biri budur?
Öykü kişilerinin kendilerindeki bu halleri sevdiklerini, bunları sevilesi haller olarak gördüklerini sanmıyorum. Belki kısa bir an kendilerinin ötekilerden farklı olmasından hoşnutluk duyabilirler, ama içine düştükleri çelişkileri çözemedikleri için çok uzun sürmez, kalıcı olmaz bu. Başkaları gibi olmak istiyor, ama olamadıklarında sahteleşip olmuş gibi de davranamıyorlar. Bu da az şey değil. Nedeni beceriksizlikleri de olsa... Çünkü becerikli ya da başarılı olduğunu sandıklarımızın çoğu da aslında öyle değiller, öyle gibiler...
Son olarak, bir öykü bittiğinde, sizce ondan geriye ne kalmalıdır okurda?
Fazla bir şey kalması gerekmez. Ya da kalanın o her ne ise adlandırılması şart değil. Ama bir başka zaman başına gelen bir şey ona azıcık tanıdık geldiğinde, hangi yazarın hangi öyküsünden olduğunu bilemese de, buna benzer bir şeyleri okumuş olduğunu anımsarsa, o isimsiz-cisimsiz öyküden bir şeyler kalmış demektir.

Akşam Kitap'ta yayınlanmıştır.

USTA ÇIRAK İLİŞKİSİ DERGİLERDE SÜRÜYOR - BÜLENT USTA

44. Sait Faik Hikâye Armağanı’nı 9 Mayıs’ta düzenlenen bir törenle alan Behçet Çelik’le, hem ödülü hem de öykücülüğünü konuşalım istedik. 1968 Adana doğumlu yazara ödülü kazandıran ‘Gün Ortasında Arzu’ adlı kitabı dışında, ‘İki Deli Derviş’ (1992), ‘Yazyalnızı’ (1996), ‘Herkes Kadar’ (2002) ve ‘Düğün Birahanesi’ (2004) adlı kitapları da bulunuyor. Halen Virgül dergisinde editörlük yapan yazarın diğer bir mesleği de avukatlık. Nursel Duruel’in Sait Faik Armağanı’nı kazananların öykülerinden bir antoloji hazırladığını da buradan duyurarak Behçet Çelik’i tebrik ediyoruz.

»Bize bu ödülün öykücülüğümüzdeki yeri ve önemi hakkında bilgi verebilir misin?

Kırk dört yıldır verilen bir armağan bu, Türkiye’deki her ödül/armağan gibi bu armağan da kimi zaman tartışıldı; ama saygınlığı yüksek bir ödül. En azından benim için böyle. Sait Faik adına veriliyor olması da benim için büyük önem taşıyor. Bu ödülü önceki yıllarda kazanmış öykücüler arasında öykücülüğümüzün pek çok önemli ismi bulunuyor.

»Kitabına adını da veren öyküde, öykü kahramanı “Umudunu da kaybedince başlıyor dünya” diyor. Adana’nın sokaklarına bakarak toplumsal değişimi, son yıllarda çoğalan göçü ve yıllar sonra baba ocağına dönen ve babasıyla yüzleşen bir kahramanın öyküsüydü bu. ‘Kaldırımın altında cinayetlerden, katliamlardan’ bahseden bir karakter. Bu karakterin ruh halinden yola çıkarak umudu ve umutsuzluğu nasıl değerlendirirsin? Senin öyküyle aradığın şey nedir?

O öykünün kahramanı basmakalıplıklardan bıkmış bir halde dönmüştür memleketine, böyle bir ruh hali içinde söyler bu sözü. Yıllarca kendisi de bir dolu klişeyi sahici zannederek ifade etmiş, ama bir yerde bu klişelerin kofluğuyla yüz yüze gelmiştir. ‘Umut’ da biraz böyledir onun için. Kof bir umut yerine sahici bir umutsuzluğun bundan sonra atacağı adımlar için daha uygun olabileceğini seziyor gibidir.

Benim için de umudun azaldığı, tükenmeye yüz tuttuğu yerler klişelerin hâkimiyetini sezdiğimiz her yerdir. Pek çok basmakalıp söz allayıp pullandığında, büyük sözlerle kuşatıldığında öyle bir hürmet görüyor ki bunların sözden ibaret olabileceği kolayca gözden kaçıyor. Değişimden söz edenlerdeki muhafazakârlık ya da muhaliflikten dem vuranların seslerindeki iktidar tonu da böylece görülmez oluyor. Umutsuzluk belki kof umutların, klişelerin yarattığı optik yanılmayı bir parça görünür kılabilir-mi?

Yazarken içime sinen, okurken de beni çarpan öyküler gündelik hayattaki basmakalıplıkların örtüsünü sıyırmaya kalkışan metinler sanırım.

»Guy Debord’un Gösteri Toplumu adlı kitabına gönderme yaparak, bir gösteri dünyasında yaşadığımızı ama yine de insanın dışarıya sunduğu imgesinin ötesinde bir de iç dünyası olduğunu ve edebiyatın da insanın derinine bakmak gibi bir misyonu olduğunu söylemişsin. Edebiyatın gösteri toplumu içinde aldığı pozisyonu nasıl değerlendiriyorsun?

Bir önceki soruda söylemeye çalıştığım gibi dışarı sunduğumuz basmakalıp görüntümüz ile içimizde olup bitenler arasında çoğu zaman ciddi bir yarık var. Bu yarığı gösteren, kurcalayan, bu yarılmanın sızısını duyuran, yasını tutan, dalgasını geçen...

Metinler okumayı seviyorum; ama “Edebiyatın misyonu budur,” diyemem. Bugün tek bir ‘edebiyat’tan da söz edemeyiz. Kitapçı raflarında bu yarılmayı görülmez kılan kitaplarla bu yarılmayı görülür kılmaya çalışan kitaplar yan yana yer alıyor.

Belki hâkim eğilimlerden konuşulabilir; ama edebiyatın kalbi de hâkim olmayan eğilimlerle atmayı sürdürür.

Bugün gösteri toplumunu doğrudan ya da dolaylı biçimde kendine sorunsal edinen çok farklı edebi tarzlar (ve haliyle eleştiri tarzları) mevcut. Kimisi hâkim görüntüyü bozacak görüntüler aracılığıyla yapıyor bunu, kimisi görüntüyle aramıza farklı prizmalar yerleştirerek, dil ile nesne arasındaki mesafeyi açıp kapayarak...

»Son yıllarda çok sayıda öykü kitabının yayımlanması sevindirici. Öykücü sayımızdaki artış, öyküde bir yükseliş mi var dedirtirken, hem öykü kitaplarının, hem de dergilerinin satış oranları bu yükselişi doğrulamıyor. Öykücülüğümüz nereye gidiyor?

Edebiyat söz konusu olduğunda kehanette bulunmak riskli. Yarın kimin ne yazacağını bugünden kestiremeyiz. Kaldı ki öykünün ya da edebiyatın durumunu tahlil ederken satış rakamlarının bizi doğru sonuca götüreceğini sanmıyorum. 1990’lar boyunca öykünün ‘patlayıp patlamadığı’ tartışıldı, anımsıyorsun, ama belki de 1990’ları asıl şimdi konuşmak lazım. 1990’larda yükselen bir öykücülük mü vardı yoksa yayın dünyasındaki genişlemenin, yayın işine giren sermayedeki artışın bir sonucu muydu yayımlanan öykü kitaplarındaki artış? Tam olarak bu soruların yanıtını bilemiyorum.

Şunu da bilemiyorum, daha çok genç insan öykü yazmaya başladığı için mi daha çok öykü kitabı yayımlandı, yoksa yayınevleri öykü kitabı yayımlamaktan kaçınmadığı için mi öykü yazanlar çoğaldı. Ancak tahminde bulunabilirim. Bana bu süreçler iç içe geçti gibi görünüyor. Öykü kitaplarının rahatlıkla basıldığı yıllarda bile çok az öykü kitabı ikinci baskı yaptı.

O yıllarda yayımlanan öykü dergilerinin de aman aman bir satışı olmadı. Öykü, genel okur kitlesinin içinde dar bir topluluğun yeğlediği bir tür oldu. Öykücüler hiçbir zaman yüksek satış beklentilerine girmedikleri için piyasanın eğilimlerinden biraz uzakta durdular. Bu da kötü bir şey olmasa gerek.

»Peki senin kendini bir öykücü olarak yetiştirme sürecin nasıl gerçekleşti? Ustaların kimlerdi ve edebiyatta usta-çıraklık ilişkisine bakışın? Bu soruyla bağlantılı olarak yazarlık kurslarının edebiyatımıza katkısı için neler söyleyebilirsin?

Edebiyatta usta-çırak ilişkisinin dergiler aracılığıyla yürüdüğünü düşünüyorum. Benim için öyle oldu. Bu sürece hiç girmeden birgün sağlam bir dosyayla ortaya çıkan arkadaşlarım da var. Ama ben edebiyat dergilerinin mutfağında olmanın insana kazandırdıklarını bizzat yaşadım.

Daha lisedeydim gönderdiğim öykülerle ilgili olarak Varlık dergisinden Cengiz Gündoğdu bana yanıt verdiğinde. Ertesi sene fakülteye başladığımda Varlık’ın bürosu arada sırada cesaret buldukça gittiğim bir yer oldu. Üniversiteden mezun olduğum sene Yazılı Günler’i yayınlamaya karar verdiğimiz sırada Ömer Ateş’in öykücüler ve öykü hakkında yazılar yazmayı önermesinin de önemi var benim için. Önceki kuşakların yazdıklarını daha ciddi biçimde okumanın kattığı çok şey oluyor insana.

Dediğim gibi, bir dergiyle ilişkide bulunmanın da... Yazılı Günler’in kapanmasının ardından beş altı sene pek yazmadım, yazdığım tek tük öyküyü de pek yayımlatmadım.

Edebiyatta usta-çırak ilişkisi öğreten adam ve talebesi biçiminde yürüyen bir ilişki değil, birlikte bir şeyler yapıp kafa yorarak, tartışarak süren bir ilişki. Yazarlık kursları hakkında çok şey bilmiyorum, ama oralarda da ilişki dediğim şekilde yürüyor olmalı. Yazmak insana bahşedilen bir yetenek değil, yazdıkça, çalıştıkça öğrenilen bir şey ve bunun teknikleri var. Bu teknikler öğretilebilir. Yazınsal yaratıcılık ise edebiyat sezgisine de gereksinim duyulan bir şey, bu sezgi de en çok okudukça gelişirmiş gibi gelir bana.

BirGün'de yayınlanmıştır - 23 Mayıs 2008.

26 Ağustos 2010 Perşembe

DIŞARIDAKİ HAYAT HEVES KIRMAYA ÇOK MERAKLI - DENİZ ILGIN

'Karşı Yaka'nın düzenini içine sindirmiş bir büro. Hukuk kitapları ve müvekkil dosyaları arasında üç beş öykü dergisi ile beş on edebiyat kitabı zor seçiliyor. Alt raflardalar; kendilerini hiç göstermiyorlar. Çoğu müvekkilin, Behçet Çelik'in edebiyatla hemdemliğinden haberi yok muhtemelen. Artık olacak. Zira bu yılki Sait Faik Hikâye Armağanı, 'Gün Ortasında Arzu' (Kanat Yayınları) isimli kitabıyla onun oldu. Darüşşafaka Cemiyeti ile Yapı Kredi Yayınları'nın bu yıl 44.'sünü düzenlediği ödül töreni, 9 Mayıs Cuma günü saat 19.00'da Rahmi Koç Müzesi'nde yapılacak. Müvekkilleri haberi gazete ve televizyonlarda görecek. Gündemi takip etmeyenler, eğer koyarsa, bürosundaki küçük plaketten anlayacak durumu ve tebrik edecekler onu. Çelik'in kapısını biraz erken çaldık biz. Müvekkil değil, muhabir olarak.

Behçet Çelik, 1968 Adana doğumlu bir avukat. Duruşmalar ve adliyeler arası koşuşturmalardan gayrı yazıyor. Eskiden beri. Epey hem de. Beş öykü ve iki derleme yayınlayacak kadar ciddi ciddi. İlk defa bir öyküsünü bir dergiye gönderdiğinde lise son sınıftaymış. Kendi kendine yazdığı öykülerden birini Varlık dergisine yollamış. Dergiden 'Tek öykü değerlendiremeyiz, beş tane göndermelisiniz.' diye cevap gelince beşe tamamlayıp bir daha yollamış. O arada üniversiteli olmuş ve öykülerinden birini, 'Sokak 245'i dergide görüvermiş.

"Yayınlanması tabii ki, ama daha önemlisi dergiden cevap gelmesiydi. Teşvik etti beni. Cevapsız kalsam kırılıp çok farklı sokaklara girebilirdim." diyen Çelik, gençlerin yazma ve yayınlatma telaşını çok önemsiyor ve ekliyor: "Dışarıdaki hayat heves kırmaya çok meraklı. Yazma heveslisi gençlerin heyecanlarını kırmadan onları teşvik etmek edebiyat dergilerinin en büyük sorumluluğu." Dergileri edebiyatın can damarı olarak niteleyen Çelik, Virgül dergisinin editörlüğünü de yapıyor.

Çoğu hafta sonu edebiyata parselli yazarın, arkadaş sitemli bir sosyal hayatı var. Öykülerinin dostluk ve arkadaşlık üzerine kurulması biraz da gönül alma telaşından... Bu telaş bir kahramanına "Kitapları, kasetleri paylaşırız da arkadaşlar kimde kalacak?" diye sorduracak kadar büyük. Bir şeyi anlatırken başka bir şeyi de açık eden öykülerinde günlük parıltıların peşi sıra giderken illa bir dost dikiliyor okurun karşısına. "İlk gençliğinde ya yazıya, ya da yakın birkaç arkadaşa anlatır insan kendini. Kendini var ederken arkadaşlarıyla var eder yani." diyen Çelik, gevezelik eden öykü kahramanlarına illa hatırlatıyor o eski güzel günleri.

Ödüllü kitap Gün Ortasında Arzu, üç şairle üçe bölünmüş. Birinci bölümün başında Oktay Rifat'tan "Gün batmasa her kente dönebilir" dizesi var. Anlatılan, bir zamanlar okumuş yazmış ve 40'larına varmış kahramanın memleketine dönüşü. 'Adana'ya Kar Yağmış' isimli derleme kitabını hazırlarken ortaya çıkan öyküleri, Edip Cansever'in "Benim sözlerim eksildi/ Onunkisi de eksildi/ Zaten kelimeler sonludur" dizeleri ile ikinci bölüm izliyor. Burada zamanla eskiyip yıpranan dostluklara şahit oluyoruz. Turgut Uyar'dan "yarın pazar/ yarınki pazarların sessizliği" dizeleriyle başlayan üçüncü bölümde, cumartesi ruh halleriyle yazmayı bırakmış, edebiyattan vazgeçmiş kahramanları dinliyoruz.

"Edebiyat çok vazgeçilmez değil. Gençliğinde pek çok kimse edebiyatla ilgilenir ama sonra hayatından çıkarır." diyen Çelik, "Siz nasıl sağlamca tutundunuz?" sorumuza "Çok da sağlam değildi aslında..." diye başlıyor: "Üniversiteden sonra 4-5 sene kadar çokça yazıp çizmedim ben de. Hayat kurma çabası, işlerin oturması kaygısı... Mesleğe atıldım, askere gittim. Geri çekildi edebiyat. Gündelik hayata kaptırınca öyle gidiyor. Sonradan toparladım. Virgül'le ilişkilerim ilerleyince daha bir sarıldım, heveslendim."

'Öykülerimle birlikte büyüdüm'

Bunca yıllık gelgitli edebiyat yaşamı için "Yanlışlar da yaptım, kötü şeyler de yazdım. Ama iyice yetkinleşeyim diye beklemedim. Yayınlanmış kötü öykülerim de var. Onlarla beraber büyüdüm. Şimdi ilk kitabım yayınlanacak olsa içinden bazı öyküleri çıkarırım. Çok acemiler. Hikâyeye dönüşememiş, kalın çizgili, başka yazarlara özentili, süslüler..."

İlk öykülerden bu yana kendince epey ilerleme kaydetmiş yazar. Biri ilk kitabını okusa bugün, "Bu çocuğun bugünlere geleceği belliymiş" der herhalde diye düşünüyor yine de. "O çocuk bugünlere geldi mi?" deyince, "Eee Sait Faik ödülünü aldığına göre..." diyor. Birileri onun için "Türk hikâyeciliğinin klasik çizgisinin peşinden gidiyor. Daha çok da Sait Faik'in..." diye cümleler kurduğunda pek gururlanır, ödül ihtimalini düşününce kendi deyişiyle 'güneş vururmuş koluna'. Şimdi yüzünü güneşe dönmüş, gözlerini de kapamış olmalı.

Zaman, 5 Mayıs 2008

GÜN ORTASINDA ARZU YA DA BELLEĞİN ARDİYESİ - ESRA ÖZDEMİR DEMİRCİ

Gün Ortasında Arzu, Behçet Çelik’in 5. öykü kitabı. Aynı zamanda, 44.Sait Faik Hikâye Armağınını da almış olan kitap, Şubat 2007′de Kanat Kitap tarafından yayınlandı. Kitapta, toplam 18 öykü, üç ayrı bölümde okuyucuya sunuluyor.

Kitabın adı okuyucuya, Ahmet Haşim’in “Bir Günün Sonunda Arzu” şiirini hatırlatıyor. Öykülerin çoğunda sezinlenen orta yaş hali ve bunun öyküye yansıması da, bu hatırlayışı destekler nitelikte öne çıkıyor.

Üç ayrı bölümün kapısında, üç dize karşılıyor okuru. İlk bölüm, Oktay Rifat’ın “gün batmasa her kente dönebilir” dizesiyle başlıyor. Kapıdan içeri girdiğimizde bizi karşılayan ilk öykü, kitaba da adını vermiş olan “gün ortasında arzu” başlıklı öykü oluyor. Öykü, adıyla okuyucuda merak uyandırıyor. Gün ortasında arzulanan şey nedir acaba? Derken bir seyyar satıcının tezgâhından yükselen şarkılar eşliğinde düşüncelere dalan kahramanımızın, dalıp gittiği hülyada, arzuladığı asıl şeyin terkisine takılıp sökün eden koca bir geçmişin peşinden gidişini, hayret ve heyecanla seyrediyoruz. Daha ilk öykü, bir şeylerin izini süren, geçmişin peşine düşen bir öykücü ile karşı karşıya olduğumuzu kulağımıza fısıldıyor.

İlk bölümün devam eden diğer öykülerinde de, aynı arayış farklı şekillerde karşımıza çıkıyor. Kahramanların, geçmiş ile şimdi arasındaki hesaplaşması ve yer yer kendisiyle yüzleşmesi, farklı öykülerin farklı kurgularında, aynı duru ve yalın anlatımla kendini açığa çıkarıyor.

Kitabı okumaya devam ederken, Behçet Çelik öyküsünün, son cümleye kadar, okuyucuya kendisini tam olarak açmadığını farkediyoruz. Son cümleye kadar, kurgu bütünlüğünde toplanan parçalar, son cümle ile tamamlandığında, anlam da tamamlanmış oluyor. Ama netleşiyor diyebilir miyiz? Hayır! Zira neredeyse her öykü, son cümlesi ile, hemen diğer öyküye geçmemize izin vermeyen bir merak uyandırıyor. Ve bu farkındalıkla bir süre son cümle üzerinde durmamıza, durup düşünmemize neden oluyor. Bu son cümlelerde; yarım kalmışlık, tamamlanamamışlık, tam söylenecekken susulmuşluk seziyoruz.

Örneğin Güzel Ortam başlıklı öyküde, aynı ortamda karşılaşılan eski bir arkadaşı farkediyor, bununla beraber, “daha fenası, İlhan’la neyde beraber olduğumuzu asla söylemem, söyleyemem.” ( s. 25) cümlesiyle, merak uyandıran bir kapanışa şahit oluyoruz. Gene, Tutmayan Fal’da, masadan bir hışımla, saçlarını savura savura kalkıp giden o kız arkadaşın, bir daha görülüp görülemeyeceğini merak ediyoruz. Bundan İbaret’te ise, yıllar sonra bir market alışverişi esnasında karşılaşılan eski bir arkadaştan haberi alınan Okan’ın – kurgudan yansıyan o eş zamanlılık içerisinden sıyrılıp- bir gün tekrar kahramanımız ile karşılaşıp karşılaşamayacağı gerçeğinin soru işareti, kancasını beynimizin merkezine batırıyor âdeta.

İkinci bölüm, Edip Cansever’in bir dizesiyle başlıyor:

“Benim sözlerim eksildi

Onunkisi de eksildi

Zaten kelimeler sonludur”

İkinci bölümün başlangıç öyküsü: Islak Muşamba, tam da bu dizenin vurguladığı gibi, geçmişe dair sözlerini tüketmiş, geçmişi düşündükçe kendisini büyüyen bir boşluğun içinde bulan kahramanımızın, içsel sorgusundan kesitler sunuyor. “Yaşadıklarınla heyben dolmayıp boşaldı durdu, delikmiş, ya da delmişsin bilendikçe” (s.47) cümlesi, bu içsel sorgunun, yahut geçmiş ile şimdi mukayesesinin bir izdüşümü olarak öykü içerisinde yerini alıyor.

Bunu takip eden, bir sonraki öykü Kedi Bakıcısı’nda ise kahramanımız, birkaç günlüğüne kendisine emanet edilen kediye bakmak, onu yalnız bırakmamak için konuk olduğu evde, eski zamanlardan bir iz bulmak istercesine arayıp bulduğu ardiyede, hayal ettiği şeyleri göremeyince, bu kez kendi hafızasını yoklayarak tek tek bulduğu hatıraları anımsarken, bulanık bir sisin ardından çıkanlar için bir tanım kullanıyor: belleğin ardiyesi! “Bazen tek bir anda oluyor ne oluyorsa; bir tek seçim hakkı oluyor insanın” (s.52-53) diyerek, okuyucuyu kendi iç gezintisine çıkarıyor.

Behçet Çelik’in, bilinç akış tekniğini çağrıştıran bu ve benzeri öyküleri kitapta sırasıyla yerini alıyor. Kendisiyle yapılan bir röportajda, bu tekniğe işaret eden bir soruya, yazarın verdiği cevabı hatırlayalım:

” Özellikle bu kitapta, hikâye kişilerinin, kendi içlerine baktıkları anları hikâyeleştirdiğim için, bilinç akışı tekniğini biraz andıran bir tarz gerekti. Ama bilinç akışı tekniğinde zihinden geçenler tamamen mümkün değildir ama, neredeyse filtresiz bir şekilde verilir. Bense hikâye kişisinin zihninden geçenleri gözlemler üzerinden yazdım. Bilinç akışı diyemeyiz sanırım buna.” ( Yeni Şafak-Emeti Saruhan 02.05.2007)

Öykülerde, gözden kaçmayan bir diğer gerçek, kadın erkek ilişkileri oluyor. Ve bu ilişkiler anlatılırken, değinilen en önemli husus iletişim kuramama sorunu oluyor. Erkeğin suskunluğı, kadının bu suskunluğu sorgulayışı ile netleşemeyen gerçek, okura “gerisini sen tamamla” der gibi, bir köşeden el sallayıp tebessümle gözden kayboluyor. Bu da okurun, öykülerin ipinden tutarak kendi içsel yolculuğunda, kendisi yahut geçmişi ile yüz yüze gelerek, esaslı bir sorgu sürecine girişini destekliyor.

Kitabın, üçüncü ve son bölümü, Turgut Uyar’dan bir alıntıyla başlıyor: “Yarın Pazar yarınki pazarların sessizliği”.

Son bölümün ilk öyküsü; “Hâkim amca beni sormuş” başlıklı öykü. Bu öyküde kahramanımız, çocukluğundan beri tanıdığı, aynı zamanda babasının yakın dostu olan Hâkim Beyi ziyarete gidiyor. Bu ziyaret esnasında, onun emekli olduktan sonraki değişimini gözlemlerken, yazıya, edebiyata karşı büyük bir merak içerisine girdiğini farkediyor. Kendisinin de bir zamanlar yazıya merakı olduğunu babasından öğrenen Hâkim Bey ile aralarında, yazmak üzerine kurulan sohbet; geçmiş ile şimdi gelgitleri arasında sürerken, kahramanımız kendisini sorguladığı gibi Hâkim Bey’in geçmişini de merak etmeden duramıyor. Bu merak, öykünün sonuna dek, diri bir anlatımla okuyucuya sunuluyor.

Son bölüm öykülerinde de, diğer öykülerde olduğu gibi, sürekli bir zihin jimnastiği, öyküye dirilik katan bir içsel sorgu ve okuyucunun merakını her daim tetikte tutmayı başaran yalın anlatımın desteklediği güçlü bir kurgu kendisini açığa çıkarıyor.

Böylelikle kitabın sonunda, öykü tekniğinin gerektirdiği; anlatma, gözlem, aktarma ve yorum bütünlüğünün, Behçet Çelik öyküsüne ne denli iyi bir şekilde nüfuz ettiğinin ve bu tekniği, disipline edilmiş diri bir anlatımla okura sunmaktaki başarısının altını çizmeden edemiyoruz.

www.edebistan.com 'da yayınlanmıştır

BEHÇET ÇELİK'LE SÖYLEŞİ - NURSEL DURUEL

NURSEL DURUEL- Yeni öykü kitabınız Gün Ortasında Arzu’yla aynı adı taşıyan öykünün anlatıcısı söylüyor yukarıdaki sözleri. Havlu atanlar, atmayanlar, anlatıcının yaptığı gibi sessizce kenara çekilenler...Öykülerin çoğunda önceki kitabınız Düğün Birahanesi’nden tanıdığımız öykü kişileriyle karşılaşıyoruz. Elbette aynı kişiler değil, ama aynı kuşağın insanları. Düğün Birahanesi’nde otuzlu yaşlarının başındaydılar; düzenin parçası olmayı kabullenmiyor, verili olanla yetinmiyor, yaşadıklarından daha anlamlı bir hayat olabileceğini biliyor ve bunu özlüyorlardı. Bu kitaptaki öykü kişileri ise otuzlu yaşlarının sonlarına yaklaşmaktalar, hayatları yolunda gidiyor gibi görünse de çoğu yenik düşmüş. Bu kuşağı anlatmakta ısrarlı oluşunuzun nedeni ne?

BEHÇET ÇELİK- Herhalde öncelikle benim de o kuşaktan olmam. Gerek kendime dönüp baktığımda, gerekse arkadaşlarıma, bende hikâye yazma dürtüsü uyandıran şeyler genellikle kendi kuşağımın başından geçenler ya da başından geçebileceğini düşündüğüm şeyler oluyor.

ND- Büyük kentlerdeki öğrencilik yıllarından sonra babalarının işinin başına geçmek üzere doğup büyüdükleri kente dönen, dönmek zorunda kalan ya da kendi işini kuran öykü kişileri çoğunlukta. Sürdürdükleri hayat –itiraf etseler de etmeseler de- ilk gençliklerinde bağlandıkları değerlere, o yıllardaki özlemlerine denk değil. Anlatıcı konumdaki öykü kişisi ‘havlu atmak’ diye söz ediyor bu durumdan. Bu kuşağı iyi tanıyan bir yazar olarak öykü kişilerinizi seçerken, onlar hakkında yazarken nelere dikkat ettiğinizi söyler misiniz?

BÇ- Kişiliğimizin oluşmaya başladığı yaşlarda genellikle baba ocağında, ana yurdunda memleketimizdeyizdir ve kişiliğimizi memleketimiz, şehrimiz, köyümüz belirler. Bunlarla beraber oluşan bir benlik sahibi oluruz. Sonra başka bir yere gideriz fakat gittiğimiz yere memleketimizi yanımızda götürürüz, döndüğümüzde belki dönme gücünü veren o yetiştiğimiz dönemdeki şehri bulup bir döngüyü tamamlamak umududur. Ama şunu gözden kaçırırız, bıraktığımız gibi değildir, orası da kendi iç dinamikleriyle belli bir değişim yaşamıştır ve bu sefer de aradığımızı bulamayıp bocalarız, yeni bir bocalama yaşarız. O gidiş geliş, o gerilim bu hikâyeleri yazmamda etkili oluyor.

ND- Öykülerinizin anlatıcısı ( ilk yedi öykünün anlatıcısı aynı kişiymiş izlenimi veriyor) suskun bir insan. Diğerleri de suskun insanlar. Düşünüyorlar, sürekli olarak kendilerini didikliyorlar ama bunu dışa pek vurmuyorlar. Neden?

BÇ- Az önce söylediğim gibi bir tür geri çekilme ya da sizin dediğiniz gibi bir havlu atma gibi görünüyor, özellikle ilk bölümdeki hikâyelerde, o geri çekilme içerisinde bir bocalama yaşanıyor. Bir yandan o bocalamayı yaşarken bir yandan da kendini didikleyen kişinin belki bir savunma mekanizması o. Belki biraz da o güne kadar çokça gereksiz konuşmuş olmanın yarattığı bir bıkmışlık, isteksizlik. Dolayısıyla da bu geri çekilme, mekânsal bir geri çekilme olduğu gibi, ilişkilerde, arkadaşlarla, karşı cinsle ilişkide de bir geri çekilme, bir tutukluk, bir suskunluk yaratıyor ya da yarattığını düşünüyorum.

ND- Öykü mekanları ve mekana yaptığınız vurgu Düğün Birahanesi’nden beri ilgimi çekiyor. Sokaklar, sokaklardaki kalabalıklar...Kafeler, birahaneler... Evler, eviçleri...Gündelik yaşama ilişkin sayısız ayrıntı... Sokaklardaki, kafe ve birahane gibi geçiş yerlerindeki insanlara neredeyse tek tek bakılıyor, her kattan her durumdan insana bakılıyor; ama bu kitapta asıl ağırlık evlerde. Bekar evleri, arkadaş evleri,ana baba evleri... Evin bu kadar ağırlık kazanması, evlerde de mutfağın öne çıkması hangi nedenlerden kaynaklanıyor?

BÇ- Baştan beri konuştuğumuz doğrultuda gidersek, belki yirmili yaşların sonunda, otuzlu yaşların başında dışarı hayatı albeniliyken zamanla bunun yarattığı bir doygunlukla eve çekilme yaşanıyor. Bu evlenmek sebebiyle de olabilir, ama bekâr insanlar için de evde arkadaşlarıyla birlikte olmak daha cazip hale geliyor. Mutfak konusu, benim mutfağa olan ilgimden kaynaklanıyor olabilir. Mutfağı severim ve orada çalışırken dinlenirim.

ND- “Yoğurtlu Makarna” başlıklı öykünüzde bu açıkça görülüyor. Mutfağa ilişkin detaylar, kullanılan araç gereç, titizlik, ayrıntılara inerek ama altı fazla çizilmeden, küçük dokunuşlar halinde veriliyor. Dolayısıyla öykü kahramanının arkasındaki anne figürü de öykünün içinde yer almadığı halde belirgin bir biçimde çıkıyor ortaya.

BÇ- İstanbul’a okumaya geldikten sonra uzun süre bekâr yaşadım. Mutfakta bir şeyler hazırlarken ya anneme telefon açıp soruyordum, ya da annemin yaptıklarından hatırladıklarımla yapıyordum. Hatta hiç hatırlamayacağımı düşündüğüm şeyleri de unutmadığımı fark ettim. Bunu genelleştirdiğimizde biz ev düzenini babamızın, annemizin evinde görür, öğreniriz. Kendi evimizi kurduğumuzda da, onu ne kadar modernize de etsek, çeşitli dekoratif uğraşlara da girsek, özünde o aradığımız ev duygusu baba ocağıdır.

ND- Gün Ortasında Arzu’nun mekanlarını konuşurken marketleri unutmamak gerekiyor, gündelik yaşamın geçtiği öteki mekanları da .Öyküler, anlatıcı konumdaki kahramanların ve onların yakın ilişki içinde olduğu insanların çevresinde dönerken bir yandan da yaşadığımız dönemin yaygın alışkanlıklarını, davranış kalıplarını ve bunlara ilişkin ayrıntıları seriyor önümüze. Bu durum gözlemciliğinizin doğal sonucu mu, yoksa ayrıntıların öykülere güç kattığını mı düşünüyorsunuz?

BÇ- İkisi de geçerli belki de. Gündelik hayatın ayrıntılarının bize çok şey söylediğini düşünüyorum. Uzun uzun soyutlamalar yapmak yerine, küçük bir ayrıntı bize yaşam biçimi üzerine çok şey ifade eder, bir hikâyede mekânı dolduran eşyalar, nasıl bir hayat sürüldüğünün ipucudur.

ND- “Bundan İbaret” başlıklı öyküde, anlatıcı, bir markette okul yıllarından sonra karşılaşmadığı bir kız arkadaşını görüyor. Onun, alışveriş sepetine koyduğu öteberiye bakarak nasıl bir yaşam sürdüğü hakkında çıkarsamalarda bulunuyor: Evlenmiş, çocuğu olmuş, çocuğa kek yapacak, diye düşünüyor. Sonra, kendi sepetindekilere kayıyor gözü: Yalnız yaşayan bir insanın yaşamını gösteriyor sepettekiler.

BÇ- Dediğim gibi gündelik hayatın ayrıntıları çok ipucu veren şeyler. Onları gözlemek ve yazmak bana bir imkân sağlıyor.

ND- Öykülerinizin içerdiği anlam, yazılanlar kadar yazılmayanlarda, söylenmeyenlerde, öykü içinde bıraktığınız boşluklarda birikiyor. Kahramanların duruşlarında, susuşlarında, yarım bıraktıkları cümlelerde...Biçeminizin en belirgin yanı bu gibi geliyor bana.

BÇ- Bu gerçekten de yapmaya çalıştığım bir şey. Eğer bunu yapabiliyorsam güzel bir hikâye yazmış olduğumu düşünüyorum.

ND- Kitaptaki öyküleri üç bölüm altında toplamışsınız. Bölümlere başlık koymak yerine Oktay Rıfat, Edip Cansever Turgut Uyar şiirlerinden alıntılar yapmışsınız. Bölümleme yaparken neleri gözettiniz?

BÇ- Bir bölüme o bölümdeki bir hikâyenin başlığını koymak, ya da tamamen başka bir başlık koymak bölümlemeyi çok keskin bir şekilde yapmak olacaktı. Bir bölümleme olmakla birlikte, ben bu bölümlerdeki hikâyelerin gevşek bağlarla bağlı olduğunu düşünüyorum. Fakat yine de bir bölümleme yapma ihtiyacı duydum, bunu da böyle epigraflar koyarak yaptım. Benim zamanında okuyup beğendiğim ve belki de bu hikâyeleri yazarken beni bir parça da olsa etkilemiş olan dizeleri oraya koymak istedim.

ND- Her bölümün nelere dair olduğunu söylemek mümkün kü? Böyle bir şey sorsam ne dersiniz?

BÇ- Belli bir çekinceyle bunu yanıtlarım. Mesela ikinci bölümde dostlukların ve duygu ilişkilerinin yaşadığı son hal anlatılıyor. Son bölümde de yazmak ve okumak konusu, ama birincisinde söz ettiğim ikincisinde de var, hatta bu üç bölümün kendi içinde geçişleri de var.

ND- İsterseniz konuşmaya üçüncü bölümde yer alan öykülerle devam edelim. Birinci bölümde yedi, ikincide altı, son bölümde de beş öykü var. Son bölümdekiler, söylediğiniz gibi, daha çok okumaya, yazmaya ilişkin öyküler. Diğer öykülerde olduğu gibi hiçbir şey okurun gözüne sokulmuyor. Azar azar, küçük dozlar halinde sızdırılıyor. Yazarlıkla, yazma eylemiyle ilgili durumlar, sorgulamalar da böyle giriyor öykülere. “Hâkim Amca Beni Sormuş” bir yanıyla traji-komik bir öykü. Hayatı boyunca içinde taşıdığı yazma isteğini, umudunu emekli olduktan sonra gerçekleştirmek için çabalayan yaşlı bir adamla genç bir adamın diyaloglarında belirginleşiyor durum.

BÇ- Yazmayı bırakanlar, ya da edebiyatla ilgilenmeyi, okumayı bırakanlar benim kafamı çok meşgul eden bir konu. Edebiyat çok kolay bırakılabilecek bir şey. Birçok insan tanıyorum okul yıllarında ciddi kitaplar okuyan, güzel şeyler yazan. Bir süre sonra bunu tamamen bırakıp, belki cebindeki cephanesiyle girdiği ortamlarda edebiyat üzerine ahkâm kesebilecek, ama bir geride kalmışlık hissini de içlerinde hisseden insanlar. Bir kısım böyle bırakırken, bir de işte hâkim amca tipinde gördüğümüz, bırakmış olmanın hüsran duygusunu aşabilmek için yıllar sonra yeniden başlamış, aradaki mesafeyi kapatarak bir şeyler yapmak isteyenler var. Bu iki tipi aynı hikâyede bir araya getirerek bu konu üzerine bir şeyler yazdım. Edebiyatı bırakmak ya da bırakmamak... edebiyat yaşamsal mıdır değil midir? Bu sorular üzerine düşmüşüm ki, sonuçta ben de kitabın bütününe baktığımda, bu beş hikâyenin ikinci bölümde yer alan “Islak Muşamba”yı da buna katabiliriz, hatta diğerlerinde de mevcut bunun bir izlek olarak ortaya çıktığını fark ettim. Özel olarak bu izlek üzerine hikâyeler yazayım demedim, ama kafamı meşgul etmiş ve bunlar üzerine hikâyeler yazmışım. Bu sorunun peşinden giden hikâyeler bunlar

ND-“ İntikam Peşinde” başlıklı öyküde de edebiyata uzak duran okurun durumu çıkıyor ortaya. Eski bir arkadaşının kendisinden intikam almak için kitap yazdığı vehmine kapılan öykü kahramanının hali kendisini bile şaşırtıyor. Başka bir öyküde, yazar olmuş bir tanıdıklarından söz eden insanlar, ünlü biri değil diye yazarlığı konusunda kuşkuya kapılıyorlar. Bu konuda daha neler söylemek istersiniz?

BÇ- Yazan insana , eskiden böyle miydi bilmiyorum, ama günümüzde ucube gözüyle bakıldığı bir gerçek. Niçin yazmakta olduğu merak ediliyor. Bunu anlamlandırmak çabasına girildiğinde de insanlar kendi ölçeklerinden bakıyorlar: para mı kazanacaksın da yazıyorsun, şöhret mi olacaksın da yazıyorsun, deniyor. İnsanların yazmaya, edebiyata düşkünlüklerinin aslında kendileriyle bir ilişki kurmak olduğunu ancak edebiyatla daha yakın ilişki kurmuş olan insanlar bilebiliyor. Bu da bir başka gerilim noktası. Bu gerilim noktasının sorularını da sormaya çalıştım diyebilirim.

ND- Eleştirilerinizi incelikle akıtmışsınız öykülere. Herkes eleştiriliyor, öykü anlatıcıları en başta kendilerini eleştiriyorlar, ama yargılayıcı bir tavırları, tutumları yok. ‘Şu iyidir, bu kötüdür’ gibi hüküm cümlelerinden uzak duruyorlar.

BÇ- Kendi içlerine dönmüş hikâye kişileri bunlar ve bir başkasının olumsuz olabilecek bir davranışı karşısında ancak kendi içlerindeki hüsran duygusuna çekiliyorlar. Karşı tarafı yargılamayacak kadar kendi içlerindeler.

ND- İroni, öncekine göre daha yüksek tutulmuş bu kitapta. Öykü kahramanları kendileriyle çok güzel dalga geçebiliyorlar.

BÇ- O da belki sığınma noktası. Bu kadar kendi içine dönüp kendiyle meşgulken, harekete geçebilmek için bir ferahlama noktası gerekiyor. İroni bu anlamda çok iyi bir yardımcıdır.

ND- “Kedi Bakıcısı” başlıklı öyküde, demin sözünü ettiğimiz “İntikam Peşinde”başlıklı öyküde ironi daha farklı boyutlara ulaşıyor. Kitabın bütününde buruk, puslu bir ruh hali hakim. Bu iki öyküde aynı ruh hali neşeye doğru evriliyor.

BÇ- Benim yazarken de çok neşelendiğim öykülerdir bu ikisi. Sonuçta mizah yeteneği dediğim gibi bir sığınma olduğu gibi, mizah üzerinden de insan kendisiyle hesaplaşabilir. Kendisine doğrudan soramadığı soruları belki de kendisiyle dalga geçerek bunu açığa çıkartır. Aynı şekilde bu yakın arkadaşı ya da duygusal ilişki içerisinde olduğu insan için de geçerli. Onları da kafasında ironiyle değerlendirdiğinde, daha önce hiç fark etmediği şeyleri fark edecektir.

ND- “Hikâyeden Bir İş” başlıklı öykünün kahramanları yaptıkları iş ve bulundukları yer bakımından öteki öykülerin kahramanlarından epeyce farklı. Hikâye anlatmak, hikâye uydurmakla kurmak ve yazmak arasındaki ayrıma ve ortak yanlara yöneltiyor okurun dikkatini. Biraz söz eder misiniz bu öyküden?

BÇ- Bu hikâyede yapmaya çalıştığım şey hiç edebiyatla ilgili olmayan insanların da hayatlarında hikâye anlatmak, hikâye uydurmak olduğu. Belki biz bunu başka bir aşamaya taşıyıp, yazı dilinde bunu devam ettiriyoruz. Bu hikâyede yazarların kendilerine sorduğu soruları, yazıyla hiç ilişkisi olmayan insanların da kendilerine sorabildiğini anlatmaya çalıştım diyebilirim.

ND- Bu öykünün kahramanı, barın üst katındaki monitörden içeriyi gözetlemekle görevli bir adam.

BÇ- Gözlerken de bu insanların kısa bir anına şahit oluyor fakat bu kısa anın öncesini ve sonrasını merak ediyor. Bu benim de merak ettiğim bir şeydir ve kafasında bunu tamamlamaya çalıştıkça, ilk önce o insanların kaderlerini yazıyor olabileceği gibi bir sorudan ürküyor ve şunun farkına varıyor; aslında yazmakta olduğu kendi kaderi.

ND- Burada yazma eylemiyle ilgili temel bir sorun daha gündeme gelmiş oluyor: Yazarın yarattığı kahramanlarla ilişkisi. Kahramanların kaderi yazar tarafından çizilir, ama bazen de kahramanlar direnir ve kaderlerini kendileri tayin ederler. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

BÇ- Gerçekten de hikâyenin gelişi yazarın elini kolunu bağlar ve hiç düşünmediği yerlere gidebilir metin. Bu yazarken benim başıma çok sık gelen bir şeydir. Onlar direnirler yazara çünkü başlangıçta çizilen form içinde bir kişilik edinmişlerdir ve o kişiliğe uygun olarak davranmayı sürdürürler. Bir yerden sonra yazar belki de teslim olur ve geri çekilir. Bazen de yazar biraz daha diktatoryal davranıp kendisi karar verir kadere.

BirGün Kitap'ta yayınlanmıştır.

BEHÇET ÇELİK'LE SÖYLEŞİ - ERDEM ÖZTOP

Sevgili Behçet Çelik, yeni hikâye kitabınız Gün Ortasında Arzu yayımlandı, bu vesileyle buluştuk. İlk anda şunu sorayım; öykü ile hikâye arasında herhangi bir farktan söz edilebilir mi?
Behçet Çelik: Bu konuda iki görüş var. Birinci görüştekiler, özetle, hikâye ile öykünün farklı şeyler olduğunu, öykünün edebi bir tür olduğunu, hikâyeninse anlatılan olaylar olduğunu belirtiyorlar. Benim de katıldığım ikinci görüşe göreyse dilimizde aynı olguyu, aynı edebi türü karşılayan iki farklı kelime var; biri öykü, öbürü de hikâye. Benim çoğunlukla hikâye kelimesini yeğlememin nedeni, hikâye kelimesini daha çok sevmem. Bana daha mütevazı gelmesi, “hikâye” kelimesinin gündelik dildeki başka çağrışımlarını da hatırlatıyor olması belki de.
Hikâye yazmak ne anlam ifade ediyor sizin için? Ya da genel anlamıyla, neden yazıyorsunuz?
Behçet Çelik: Hikâye yazmak benim için hem dışarı çıkmak hem de içeri girmek gibi ikili bir anlam taşıyor. Yazmak, yazmaya girişmek, bulunduğum ortamdan, ilişkilerden beni dışarı çıkaran bir etkinlik öncelikle. Bambaşka biri olma imkânı. Hem yazan kişi olmak, hem de yazdığınız, hikâyesini anlattığınız kişi olmak, olmaya çalışmak. Yeni bir hikâye yazmak, en küçüğünden yeni bir evren yaratmak. Bütün her şeyine vâkıf olmadığınız, olamayacağınızı bildiğiniz, sizin de nasıl bir şey olacağını merak ettiğiniz. Sonunu kestiremeyeceğiniz... Böylesine tuhaf, sizden bağımsız kuralları, sınırları olan bir yaratıcı eylemdir hikâye yazmak. Yaratıcı etkinliklerimiz çok az günümüz dünyasında, sınırlı bir hayatı, tekdüze işlerle geçiriyoruz. Üstelik bu küçük evreni yaratırken sadece kelimeler bulunur elinizin altında. Kelimeleri, yazdığı, konuştuğu dili seven biri böyle bir işe girişir sanırım. Her gün kullandığımız kelimeleri örgütleyip, bir araya getirip, çarpıştırıp, gerekirse eğip büküp yeni bir dünya yarattığınızı sanırsınız. Dilin, kelimelerin anlamlarını çoğaltan bir yanı da var yazmanın. Neden yazıyorum sorusuna öncelikle verebileceğim yanıt bu olabilir sanırım. Yazarken, yaratıcı bir etkinlikte bulunurken, çoğunlukla ihmal ettiğimiz tinsel yanımızla iyi kötü buluşuruz gibi gelir bana. Tinsel yanımız, kendimizden sıyrılıp yaratıcı yanımızla buluştuğumuzda hissettirir kendisini. Yeni bir dünya yaratmaya çabalamak, aynı zamanda insanın içinde yaşadığı dünyanın her şeyini yeniden gözden geçirdiği, reddettiği, barıştığı bir hesaplaşmayı da gerektirir. Olmayan bir evrende geçen bilimkurgu bir hikâye de yazsanız böyledir. Bunlardan da önemlisi, başka biri olmaya çalışmak, insana kendi sınırlarını da gösteren bir çaba. Dolayısıyla, başka biri olmaya çalışırken kendinizle sıkça yüz yüze gelmek durumunda kalırsınız. Bu yanıyla, dışarı çıktığınız gibi, ya da ondan da çok, içerilere de sokulursunuz yazarken. İçinizde olduğunuzu sandığınızdan başka biri, birileri bulunmasa, belki de yazmak dışarı çıkmak imkânı da vermez size. Öte yandan, hikâyeyle birlikte kendinizi yeniden kurarsınız belki de. Yazarken karşılaştığınız, tanıştığınız, yazmaya başlamadan önce hakkında pek bir şey bilmediğiniz karanlık yanınız da tam anlamıyla siz değildir. Yazmak, insanın kendisiyle, ötekilerle ve yazdığı dille ilgili farkındalığını arttırma imkânı taşır.
Bunların yanında, şunu da söylememe izin verin. Nedenlerini çok bilerek yaptığım bir şey de değil esasında yazmak, az önce söylediklerim, yıllar içerisinde yazdıkça bu soruya bulduğum, bulduğumu sandığım yanıtlar. Sevdiğim, yaptığımda kendimi iyi hissettiğim bir şey olduğu için yazıyorum esasında.
Bugüne kadar kurgusal çalışmalarınız hep hikâye yönünde oldu, yanılmıyorsam? Roman yazmayı düşünüyor musunuz?
Behçet Çelik: Önemli olan yazmak. Yazdığımın hangi türe ait olduğu çok önemli değil. Bana kendisini yazdıran şeyler bugüne dek hep bir hikâye olarak göründüler. Belki de benim bakışımın hikâyeye ayarlı olmasından böyle oldu. Bu ayar hikâye yazdıkça oluşmuş da olsa, yarın bir gün anlatma isteği duyacağım şeyler için uygun türün roman olması da mümkün. Roman yazmam şeklinde bir rezervim yok anlayacağınız. Sakıncalı bir eğilim var günümüzde, romanın neredeyse edebi olmadığını söylemeye vardıracaklar, dolaşımda çok sayıda kötü roman bulunmasından ötürü. Böyle düşünmediğimi belirteyim. Hikâye okumayı çok severim, ama güzel bir roman okumanın bana verdiği haz da eşsizdir. Dediğim gibi, yarın ne yazacağım, nasıl yazacağım konusunda bugünden bir şeyler söylemem mümkün değil.
Aynı zamanda Virgül dergisindeki eleştirilerinizi okuyoruz. O halde şu soruyu sormalıyım size; son dönem öykü yazan yazarlarımız, tesadüf de olabilir, ilk romanlarını sundular biz okurlara. Bu tamamen kalemin güzergâhının bir tezahürü müdür, yoksa illaki bir roman yazmak isteği midir?
Behçet Çelik: İstemeden, kendilerini zorunlu hissederek roman yazdıklarını sanmıyorum. Anlatmak istediklerini anlatabilmek için roman bir biçim olarak kendisini dayatmıştır. Roman da yazan hikâyecilere baktığımızda ortalamanın üstünde romanlar kaleme aldıklarına da dikkat çekmek isterim. Hikâyeyi romana geçiş için bir aşama sandığım sanılmasın, ama yazmaya hikâye yazarak başlayan, bunu da başarıyla gerçekleştirmiş olan yazarların yazmaya romanla başlayanların düşebilecekleri bütün zorlukları, daha sınırlı imkânları olan hikâyeler yazarken sezdiklerini, dil, kurgu gibi konularda kendilerini çoktan yetiştirmiş olduklarını düşünüyorum. Hikâyeden romana geçmek ne düşüştür, ne yükseliş.
Sırası gelmişken, birkaç cümleyle, günümüz öykücülüğü hakkındaki düşüncelerinizi almak isterim…
Behçet Çelik: Günümüz öykücülüğünün heyecan uyandıracak yanının yazılan öykülerin çeşitliliğinde olduğunu düşünüyorum. Bir ’90 kuşağından söz edilebilir elbette, ama bu kuşak kendi içinde ciddi bir çeşitlilik arz ediyor. ‘80’lerde öykü kitabı yayımlatmak çok zordu. Yayıncılar nezdinde öykü kitabı yayımlamak ölü yatırımdı. (Maalesef bu durum, bugün de şiir ve deneme için geçerli gibi görünüyor.) Dergilerde de bir ya da iki öykü yayınlanabilirdi her ay. Şimdi pek çok öykü dergisi olduğu gibi, yayıncılar da öykü kitabı konusunda çekingen değiller. ‘90’lardan sonra öykücülüğümüzün bir atılım gösterdiğini kabul etmeliyiz. Bu çeşitlilik içerisinde benim dikkatimi çeken, öykücülerin kendi aralarında bir diyaloga girmemeleri. Aynı dergide birbirinden çok farklı öyküler yayınlanabiliyor. Günümüz dergiciliği için bu çok normal, ama son yıllardan aklımda kalan, öykücüler arası bir polemik gelmiyor. Bunun bir nedeni, geçmiş kimi polemiklerde kullanılan dilin acımasızlığıdır belki de. Polemik dendiğinde akıllara ilk olarak hırçınlıklar geliyor olması... Oysa edebiyat dünyasının canlanması hırçınlaşmadan tartışabilmekten geçmez mi? Umarım, bu gibi tartışmalardan kaçınılmasının nedeni sözünü ettiklerimdir. Günümüz öykücülüğünün çeşitliliği içerisinden, bu çeşitlilik içerisinde örneklerini gördüğümüz hikâye anlayışlarının da dışına çıkacak yepyeni hikâyeler yazılacaksa, bunlar biraz da yaşanacak tartışmaların ışığında kaleme alınmış metinler olacaktır. Yoksa belli tarzda yazan yazarların takipçileri sayılabilecek yeni kuşaklar çıkabilir. Bu da bir tıkanma sonucu doğurabilir.

Nahif hikâyeler yazıyorsunuz! Sakın ola, nahif kelimesini, ‘basit’ olarak kullandığımı düşünmeyin; nahif öyküler derken, kastettiğim, süslü püslü cümlelerden kaçılmış, konu çelişkilerinden yoksun, okuru düşünsel jimnastik yaptıran hayata dair, sade öyküler kotarmışsınız… Gayenizi doğru çözümleyebildim mi bir bakıma?
Behçet Çelik: Nahif hikâyeler yazayım diye bir kaygıyla oturmadım masaya. Ama edebiyatı gündelik dildeki “edebiyat yapmak” sözündeki aşağılamadan kurtarmak için yalın bir anlatım içerisinde başka bir tür, belki zorlarsak minimalist denebilecek, ya da minimalizme yakın duran bir “edebiyat yapma”ya çalıştığımı söyleyebilirim. Ne ölçüde başardım, bu başkalarının takdir edebilecekleri bir şey. Dilimizin en büyük öykücülerinden Memduh Şevket Esendal, tersinden göstererek ifade eder bunu. Süsleyip püsleyemediği için marifetsiz bir yazar olduğunu, bu nedenle söyleyeceklerini dikine söylediğini belirtir. Oysa asıl marifet Esendal’ın yaptığındadır. Bir şeyleri alabildiğine dikine söylerken, söylenmeyenlerle bir hikâye kurmak. Okuyanı bu biçimde yeni bir evrene, yeni bir insana, yeni bir ahlaka çekmek... Edebiyatın büyülü yanı bu değil midir?
Bakın aklıma ne geliverdi hemen; “birader” sözcüğünün ikili ilişkide nirengi noktasında yer aldığını vurgulayışınıza tekabül eden, “Kedi Bakıcısı” adlı hikâyeniz…
Behçet Çelik: Gündelik konuşmalarda da, bir şey söylerken bir yandan da başka şeyler söylüyoruz. Dilimiz sürçüyor bazen, o tekil bir sürçmede aklımızın dibi görünüveriyor. Belki farkında olmadan açık ediveriyoruz sakladığımız şeyleri. Dikine bir şey söylerken, enine bambaşka şey söylüyoruz.
Kısa hikâyeler genellikle; arka kapaktaki bilgiyi sona bırakırım büyüyü bozmamak adına. Hikâyeleri okurken, Vüs’at O. Bener hikâyeleri canlanır olmuştu; bakıyorum arka kapak bilgisine; düşünsel akrabalıktan söz açılmıştır…
Behçet Çelik: Düşünsel değil de, edebi bir akrabalık kitabın arka kapağında editörün ifade etmeye çalıştığı. Akrabalar, bilirsiniz, birbirlerinin tıpkısı değildir, ama bir şeyler benzer; bir eda, bir jest, bir duruş... Vüs’at O. Bener hakkında iki ayrı yazı yazmıştım son birkaç yıl içerisinde. Bu yazıları yazarken, daha önce çarptığından daha çok çarptı beni Bener’in öyküleri. Özellikle onun kendine dönük kıyıcılığı. İçerisinde hiçbir şey olmuyormuş izlenimi uyandıran öykülerin derinlerinde sezdirdikleri.
Hikâyeleriniz de bakıyorum, edebiyatla uğraşan karakterler ağırlıkta, bir şekilde ya yazıyorlar, ya okuyorlar…
Behçet Çelik: Elimdeki hikâyeler birikip de bir kitap hacmine geldiğinde hepsini yeni baştan okuduğumda fark ettim ben de bunu. Biraz da ürktüm açıkçası. Popüler bir eğilim günümüzde, yazan insanların hikâyelerini anlatmak. Onların yaratma sancıları falan. Şu pek de anlamlı gelmez bana: Kimse bir insanı yazmaya zorlamazken (yazmamaya zorlayan o kadar çok şey var üstelik) yazmanın zorluklarından, sancılarından söz etmek. Neyse ki, Gün Ortasında Arzu’nun söz ettiğiniz hikâye kişileri bir zamanlar yazmış, çizmiş insanlar. Hikâyelerin geçtiği zaman diliminde edebiyattan ellerini ayaklarını çekmiş durumdalar. Edebiyatı vazgeçilmez bir şey olarak görmüyorum. İnsanlar kolayca edebiyatı bırakabilirler, bırakıyorlar da... Edebiyatı bırakabilmiş olanlara bir selam gibi görünüyor bu hikâyeler bana. Onların edebiyatı nasıl ve neden bıraktıklarını göstermekten çok, edebiyatla ilişkilerini sonlandırdıktan sonraki hallerine bir bakma çabası belki de...
Umut ne anlam eder sizin için? Şunun için soruyorum; denir ki “Gün Ortasında Arzu”da, “umudunu da kaybedince başlıyor dünya.”
Behçet Çelik: Umut etmek bir beklenti yaratır insanda. Bazen bütün beklentilerden kurtulmak insanı daha özgür kılar gibi görünüyor bana. Beklentilerden sıyrılabilsek pek mümkün görünmüyor bu bana daha çıplak kalırız, bu çıplaklık yeni bir başlangıç için bir şeyleri umut etmekten daha önemlidir. Beklentilerimiz çok şeyi belirliyor. Kendimiz sandığımız kişi beklentileriyle var olan biri. Kabul edip sürdürdüğümüz kendi hikâyemizin esaslı bir bölümü de beklentilerden oluşuyor. Kendimizle yüzleşebilmek için kurtulmamız gerekenlerden biri de umutlarımız belki de... En azından o hikâyenin kişisi böyle düşünüyor.
Direnmenin son noktası da yaşanmış ve boşvermişlik sarmıştır etrafı; doğal bir sonuç mudur yoksa? Oynanan oyunlar ne kadar etkendir, yeryüzünün üstünde; altında olanların görülmediği?..
Behçet Çelik: Kaptırdığımız, olağanlaştırdığımız, doğal, başka türlüsü olmaz gibi hissettiğimiz hayatlarımıza, azıcık dışarıdan bakmayı başarabilsek, ne saçmalıkları zorunluluk gibi algıladığımızı görürüz. Toplumsal hayatın dayatmalarını içselleştirdiğimiz için onları zorunluluk olarak kabul ediyoruz. Birbirimize baktığımızda, yanımızdakini, ötemizdekini bunları kabul etmiş görünce, biz de onlar gibi hissetmeye, var olanları mutlak, değişmez kabul etmeye başlıyoruz. Oysa onlar da bize bakıp bizi olup bitenleri kabul etmiş gibi gördükleri için oynanan oyunu sürdürüyorlar. Bir de, bunların hepsini reddetmiş görüntüsü verenler var. Bu görüntü içerisinde dikkatlice baktığımızda onların da görüntüde reddettiklerini sezeriz. Onların reddedişleri de bir başka tür kabuldür belki de. Gerçekten de oynanan oyunları bozanlar, direnenler yok mu? Elbette var, sözüm, daha doğrusu hikâye kişisinin sözü görüntüdekilere. Aydınlanma anları önemli görünür bana hikâyelerde. Bu hikâyenin anlatıcısı da, böyle bir aydınlanma anında, toplumsal hayatın dışından bir yerlerden bakma şansını elde edebildiği için başkalarının göremediği şeyleri gördüğü sanısına kapılıyor. Sanısı diyorum, çünkü hikâyenin devamını bilemiyoruz. Oyuna yeniden katıldı mı, katılmadı mı, benim için de meçhul bu.
“Oynak hava ağır aksak akar,” diye biter andığımız öykü. Yani her şeye rağmen, tözünde galibiyet onundur, hayatındır… Varoluşunu devam ettirir…
Behçet Çelik: Devam ettirir ettirmesine de, önemli olan o aksamayı sezip sezememek belki de. Büyü tam bozulmamışsa da, eskisi kadar büyülemeyecektir aksamayı sezebilenlere. Oyun biraz da değişik oynanacaktır.
Bellekle hesaplaşmaya gidilir kimi zaman da hikâyelerinizde. Ya da şöyle diyelim: belleğin/hafızanın ihanetidir; ortaya çıkarıverir bir anda… Tabii bir bildiği vardır…
Behçet Çelik: Hikâye kişilerinin bir hesaplaşmaları var, haklısınız, ama bellekleriyle değil. Kendilerine dönmüş, kendileriyle hesaplaşmaktalar. Bellekleri onlara duru bir görü sağlıyor belki de. Anımsadıklarını bastırmaktansa, onlarla karşı karşıya gelmeye cesaret bulmuşlar. Kendilerinin dışarıda gördüklerinden pek de farkları olmadığının ayırdındalar, ama bakabilecekleri bir iç olarak sadece kendi iç dünyaları var. Bellekleri buna imkân tanıyan bir keskinlikte; tabii kimin, neresinin kanayacağı bu keskin aygıtla bellidir.
Bir de; hayata dair ironik duruş söz konusu; ne dersiniz?
Behçet Çelik: İroni, hikâye kişileri için bir sığınak, sürekli kendileriyle didişirken ortamı yumuşatma çabası, ama ne var ki, ironi umulanın tersi bir amaca da hizmet edebilir. Ortam yumuşayınca daha derin bir hesaplaşma doğabilir. İroni, insanın başkalarına ve kendisine bakarken bakış açısında bir kırılma yaratır, ama kırık bir aynadan da kendimizi görmeyi sürdürürüz, üstelik daha önce görmediğimiz bir açıdan.
Kitabınızın sonundaki “Alıntılar ve Göndermeler”den yola çıkarak denebilir ki, Behçet Çelik hikâyeciliğinin mayasında, hep şiirsel bir altyapı söz konusudur, çoğu kez onun hikâyeciliği düz yazı ve şiirin birleşiminden oluşur, katılır mısınız?
Behçet Çelik: Pek katılamayacağım doğrusu. Hikâye kişilerinin edebiyatla bağlarının zaman içerisinde gevşediğinden konuşmuştuk. Belleklerinin keskinleşmekte olduğundan da. Hikâyelerdeki alıntılar hikâye kişilerinin belleklerinde kalmış dizeler daha çok. Edebiyattan tamamen vazgeçsek bile, kimi şiirler belleklerimizden hiçbir zaman çıkmayabilir. Ya da keşke çıkmasa.

Hürriyet Gösteri'de yayınlanmıştır.