26 Ağustos 2010 Perşembe

BEHÇET ÇELİK'LE SÖYLEŞİ - NURSEL DURUEL

NURSEL DURUEL- Yeni öykü kitabınız Gün Ortasında Arzu’yla aynı adı taşıyan öykünün anlatıcısı söylüyor yukarıdaki sözleri. Havlu atanlar, atmayanlar, anlatıcının yaptığı gibi sessizce kenara çekilenler...Öykülerin çoğunda önceki kitabınız Düğün Birahanesi’nden tanıdığımız öykü kişileriyle karşılaşıyoruz. Elbette aynı kişiler değil, ama aynı kuşağın insanları. Düğün Birahanesi’nde otuzlu yaşlarının başındaydılar; düzenin parçası olmayı kabullenmiyor, verili olanla yetinmiyor, yaşadıklarından daha anlamlı bir hayat olabileceğini biliyor ve bunu özlüyorlardı. Bu kitaptaki öykü kişileri ise otuzlu yaşlarının sonlarına yaklaşmaktalar, hayatları yolunda gidiyor gibi görünse de çoğu yenik düşmüş. Bu kuşağı anlatmakta ısrarlı oluşunuzun nedeni ne?

BEHÇET ÇELİK- Herhalde öncelikle benim de o kuşaktan olmam. Gerek kendime dönüp baktığımda, gerekse arkadaşlarıma, bende hikâye yazma dürtüsü uyandıran şeyler genellikle kendi kuşağımın başından geçenler ya da başından geçebileceğini düşündüğüm şeyler oluyor.

ND- Büyük kentlerdeki öğrencilik yıllarından sonra babalarının işinin başına geçmek üzere doğup büyüdükleri kente dönen, dönmek zorunda kalan ya da kendi işini kuran öykü kişileri çoğunlukta. Sürdürdükleri hayat –itiraf etseler de etmeseler de- ilk gençliklerinde bağlandıkları değerlere, o yıllardaki özlemlerine denk değil. Anlatıcı konumdaki öykü kişisi ‘havlu atmak’ diye söz ediyor bu durumdan. Bu kuşağı iyi tanıyan bir yazar olarak öykü kişilerinizi seçerken, onlar hakkında yazarken nelere dikkat ettiğinizi söyler misiniz?

BÇ- Kişiliğimizin oluşmaya başladığı yaşlarda genellikle baba ocağında, ana yurdunda memleketimizdeyizdir ve kişiliğimizi memleketimiz, şehrimiz, köyümüz belirler. Bunlarla beraber oluşan bir benlik sahibi oluruz. Sonra başka bir yere gideriz fakat gittiğimiz yere memleketimizi yanımızda götürürüz, döndüğümüzde belki dönme gücünü veren o yetiştiğimiz dönemdeki şehri bulup bir döngüyü tamamlamak umududur. Ama şunu gözden kaçırırız, bıraktığımız gibi değildir, orası da kendi iç dinamikleriyle belli bir değişim yaşamıştır ve bu sefer de aradığımızı bulamayıp bocalarız, yeni bir bocalama yaşarız. O gidiş geliş, o gerilim bu hikâyeleri yazmamda etkili oluyor.

ND- Öykülerinizin anlatıcısı ( ilk yedi öykünün anlatıcısı aynı kişiymiş izlenimi veriyor) suskun bir insan. Diğerleri de suskun insanlar. Düşünüyorlar, sürekli olarak kendilerini didikliyorlar ama bunu dışa pek vurmuyorlar. Neden?

BÇ- Az önce söylediğim gibi bir tür geri çekilme ya da sizin dediğiniz gibi bir havlu atma gibi görünüyor, özellikle ilk bölümdeki hikâyelerde, o geri çekilme içerisinde bir bocalama yaşanıyor. Bir yandan o bocalamayı yaşarken bir yandan da kendini didikleyen kişinin belki bir savunma mekanizması o. Belki biraz da o güne kadar çokça gereksiz konuşmuş olmanın yarattığı bir bıkmışlık, isteksizlik. Dolayısıyla da bu geri çekilme, mekânsal bir geri çekilme olduğu gibi, ilişkilerde, arkadaşlarla, karşı cinsle ilişkide de bir geri çekilme, bir tutukluk, bir suskunluk yaratıyor ya da yarattığını düşünüyorum.

ND- Öykü mekanları ve mekana yaptığınız vurgu Düğün Birahanesi’nden beri ilgimi çekiyor. Sokaklar, sokaklardaki kalabalıklar...Kafeler, birahaneler... Evler, eviçleri...Gündelik yaşama ilişkin sayısız ayrıntı... Sokaklardaki, kafe ve birahane gibi geçiş yerlerindeki insanlara neredeyse tek tek bakılıyor, her kattan her durumdan insana bakılıyor; ama bu kitapta asıl ağırlık evlerde. Bekar evleri, arkadaş evleri,ana baba evleri... Evin bu kadar ağırlık kazanması, evlerde de mutfağın öne çıkması hangi nedenlerden kaynaklanıyor?

BÇ- Baştan beri konuştuğumuz doğrultuda gidersek, belki yirmili yaşların sonunda, otuzlu yaşların başında dışarı hayatı albeniliyken zamanla bunun yarattığı bir doygunlukla eve çekilme yaşanıyor. Bu evlenmek sebebiyle de olabilir, ama bekâr insanlar için de evde arkadaşlarıyla birlikte olmak daha cazip hale geliyor. Mutfak konusu, benim mutfağa olan ilgimden kaynaklanıyor olabilir. Mutfağı severim ve orada çalışırken dinlenirim.

ND- “Yoğurtlu Makarna” başlıklı öykünüzde bu açıkça görülüyor. Mutfağa ilişkin detaylar, kullanılan araç gereç, titizlik, ayrıntılara inerek ama altı fazla çizilmeden, küçük dokunuşlar halinde veriliyor. Dolayısıyla öykü kahramanının arkasındaki anne figürü de öykünün içinde yer almadığı halde belirgin bir biçimde çıkıyor ortaya.

BÇ- İstanbul’a okumaya geldikten sonra uzun süre bekâr yaşadım. Mutfakta bir şeyler hazırlarken ya anneme telefon açıp soruyordum, ya da annemin yaptıklarından hatırladıklarımla yapıyordum. Hatta hiç hatırlamayacağımı düşündüğüm şeyleri de unutmadığımı fark ettim. Bunu genelleştirdiğimizde biz ev düzenini babamızın, annemizin evinde görür, öğreniriz. Kendi evimizi kurduğumuzda da, onu ne kadar modernize de etsek, çeşitli dekoratif uğraşlara da girsek, özünde o aradığımız ev duygusu baba ocağıdır.

ND- Gün Ortasında Arzu’nun mekanlarını konuşurken marketleri unutmamak gerekiyor, gündelik yaşamın geçtiği öteki mekanları da .Öyküler, anlatıcı konumdaki kahramanların ve onların yakın ilişki içinde olduğu insanların çevresinde dönerken bir yandan da yaşadığımız dönemin yaygın alışkanlıklarını, davranış kalıplarını ve bunlara ilişkin ayrıntıları seriyor önümüze. Bu durum gözlemciliğinizin doğal sonucu mu, yoksa ayrıntıların öykülere güç kattığını mı düşünüyorsunuz?

BÇ- İkisi de geçerli belki de. Gündelik hayatın ayrıntılarının bize çok şey söylediğini düşünüyorum. Uzun uzun soyutlamalar yapmak yerine, küçük bir ayrıntı bize yaşam biçimi üzerine çok şey ifade eder, bir hikâyede mekânı dolduran eşyalar, nasıl bir hayat sürüldüğünün ipucudur.

ND- “Bundan İbaret” başlıklı öyküde, anlatıcı, bir markette okul yıllarından sonra karşılaşmadığı bir kız arkadaşını görüyor. Onun, alışveriş sepetine koyduğu öteberiye bakarak nasıl bir yaşam sürdüğü hakkında çıkarsamalarda bulunuyor: Evlenmiş, çocuğu olmuş, çocuğa kek yapacak, diye düşünüyor. Sonra, kendi sepetindekilere kayıyor gözü: Yalnız yaşayan bir insanın yaşamını gösteriyor sepettekiler.

BÇ- Dediğim gibi gündelik hayatın ayrıntıları çok ipucu veren şeyler. Onları gözlemek ve yazmak bana bir imkân sağlıyor.

ND- Öykülerinizin içerdiği anlam, yazılanlar kadar yazılmayanlarda, söylenmeyenlerde, öykü içinde bıraktığınız boşluklarda birikiyor. Kahramanların duruşlarında, susuşlarında, yarım bıraktıkları cümlelerde...Biçeminizin en belirgin yanı bu gibi geliyor bana.

BÇ- Bu gerçekten de yapmaya çalıştığım bir şey. Eğer bunu yapabiliyorsam güzel bir hikâye yazmış olduğumu düşünüyorum.

ND- Kitaptaki öyküleri üç bölüm altında toplamışsınız. Bölümlere başlık koymak yerine Oktay Rıfat, Edip Cansever Turgut Uyar şiirlerinden alıntılar yapmışsınız. Bölümleme yaparken neleri gözettiniz?

BÇ- Bir bölüme o bölümdeki bir hikâyenin başlığını koymak, ya da tamamen başka bir başlık koymak bölümlemeyi çok keskin bir şekilde yapmak olacaktı. Bir bölümleme olmakla birlikte, ben bu bölümlerdeki hikâyelerin gevşek bağlarla bağlı olduğunu düşünüyorum. Fakat yine de bir bölümleme yapma ihtiyacı duydum, bunu da böyle epigraflar koyarak yaptım. Benim zamanında okuyup beğendiğim ve belki de bu hikâyeleri yazarken beni bir parça da olsa etkilemiş olan dizeleri oraya koymak istedim.

ND- Her bölümün nelere dair olduğunu söylemek mümkün kü? Böyle bir şey sorsam ne dersiniz?

BÇ- Belli bir çekinceyle bunu yanıtlarım. Mesela ikinci bölümde dostlukların ve duygu ilişkilerinin yaşadığı son hal anlatılıyor. Son bölümde de yazmak ve okumak konusu, ama birincisinde söz ettiğim ikincisinde de var, hatta bu üç bölümün kendi içinde geçişleri de var.

ND- İsterseniz konuşmaya üçüncü bölümde yer alan öykülerle devam edelim. Birinci bölümde yedi, ikincide altı, son bölümde de beş öykü var. Son bölümdekiler, söylediğiniz gibi, daha çok okumaya, yazmaya ilişkin öyküler. Diğer öykülerde olduğu gibi hiçbir şey okurun gözüne sokulmuyor. Azar azar, küçük dozlar halinde sızdırılıyor. Yazarlıkla, yazma eylemiyle ilgili durumlar, sorgulamalar da böyle giriyor öykülere. “Hâkim Amca Beni Sormuş” bir yanıyla traji-komik bir öykü. Hayatı boyunca içinde taşıdığı yazma isteğini, umudunu emekli olduktan sonra gerçekleştirmek için çabalayan yaşlı bir adamla genç bir adamın diyaloglarında belirginleşiyor durum.

BÇ- Yazmayı bırakanlar, ya da edebiyatla ilgilenmeyi, okumayı bırakanlar benim kafamı çok meşgul eden bir konu. Edebiyat çok kolay bırakılabilecek bir şey. Birçok insan tanıyorum okul yıllarında ciddi kitaplar okuyan, güzel şeyler yazan. Bir süre sonra bunu tamamen bırakıp, belki cebindeki cephanesiyle girdiği ortamlarda edebiyat üzerine ahkâm kesebilecek, ama bir geride kalmışlık hissini de içlerinde hisseden insanlar. Bir kısım böyle bırakırken, bir de işte hâkim amca tipinde gördüğümüz, bırakmış olmanın hüsran duygusunu aşabilmek için yıllar sonra yeniden başlamış, aradaki mesafeyi kapatarak bir şeyler yapmak isteyenler var. Bu iki tipi aynı hikâyede bir araya getirerek bu konu üzerine bir şeyler yazdım. Edebiyatı bırakmak ya da bırakmamak... edebiyat yaşamsal mıdır değil midir? Bu sorular üzerine düşmüşüm ki, sonuçta ben de kitabın bütününe baktığımda, bu beş hikâyenin ikinci bölümde yer alan “Islak Muşamba”yı da buna katabiliriz, hatta diğerlerinde de mevcut bunun bir izlek olarak ortaya çıktığını fark ettim. Özel olarak bu izlek üzerine hikâyeler yazayım demedim, ama kafamı meşgul etmiş ve bunlar üzerine hikâyeler yazmışım. Bu sorunun peşinden giden hikâyeler bunlar

ND-“ İntikam Peşinde” başlıklı öyküde de edebiyata uzak duran okurun durumu çıkıyor ortaya. Eski bir arkadaşının kendisinden intikam almak için kitap yazdığı vehmine kapılan öykü kahramanının hali kendisini bile şaşırtıyor. Başka bir öyküde, yazar olmuş bir tanıdıklarından söz eden insanlar, ünlü biri değil diye yazarlığı konusunda kuşkuya kapılıyorlar. Bu konuda daha neler söylemek istersiniz?

BÇ- Yazan insana , eskiden böyle miydi bilmiyorum, ama günümüzde ucube gözüyle bakıldığı bir gerçek. Niçin yazmakta olduğu merak ediliyor. Bunu anlamlandırmak çabasına girildiğinde de insanlar kendi ölçeklerinden bakıyorlar: para mı kazanacaksın da yazıyorsun, şöhret mi olacaksın da yazıyorsun, deniyor. İnsanların yazmaya, edebiyata düşkünlüklerinin aslında kendileriyle bir ilişki kurmak olduğunu ancak edebiyatla daha yakın ilişki kurmuş olan insanlar bilebiliyor. Bu da bir başka gerilim noktası. Bu gerilim noktasının sorularını da sormaya çalıştım diyebilirim.

ND- Eleştirilerinizi incelikle akıtmışsınız öykülere. Herkes eleştiriliyor, öykü anlatıcıları en başta kendilerini eleştiriyorlar, ama yargılayıcı bir tavırları, tutumları yok. ‘Şu iyidir, bu kötüdür’ gibi hüküm cümlelerinden uzak duruyorlar.

BÇ- Kendi içlerine dönmüş hikâye kişileri bunlar ve bir başkasının olumsuz olabilecek bir davranışı karşısında ancak kendi içlerindeki hüsran duygusuna çekiliyorlar. Karşı tarafı yargılamayacak kadar kendi içlerindeler.

ND- İroni, öncekine göre daha yüksek tutulmuş bu kitapta. Öykü kahramanları kendileriyle çok güzel dalga geçebiliyorlar.

BÇ- O da belki sığınma noktası. Bu kadar kendi içine dönüp kendiyle meşgulken, harekete geçebilmek için bir ferahlama noktası gerekiyor. İroni bu anlamda çok iyi bir yardımcıdır.

ND- “Kedi Bakıcısı” başlıklı öyküde, demin sözünü ettiğimiz “İntikam Peşinde”başlıklı öyküde ironi daha farklı boyutlara ulaşıyor. Kitabın bütününde buruk, puslu bir ruh hali hakim. Bu iki öyküde aynı ruh hali neşeye doğru evriliyor.

BÇ- Benim yazarken de çok neşelendiğim öykülerdir bu ikisi. Sonuçta mizah yeteneği dediğim gibi bir sığınma olduğu gibi, mizah üzerinden de insan kendisiyle hesaplaşabilir. Kendisine doğrudan soramadığı soruları belki de kendisiyle dalga geçerek bunu açığa çıkartır. Aynı şekilde bu yakın arkadaşı ya da duygusal ilişki içerisinde olduğu insan için de geçerli. Onları da kafasında ironiyle değerlendirdiğinde, daha önce hiç fark etmediği şeyleri fark edecektir.

ND- “Hikâyeden Bir İş” başlıklı öykünün kahramanları yaptıkları iş ve bulundukları yer bakımından öteki öykülerin kahramanlarından epeyce farklı. Hikâye anlatmak, hikâye uydurmakla kurmak ve yazmak arasındaki ayrıma ve ortak yanlara yöneltiyor okurun dikkatini. Biraz söz eder misiniz bu öyküden?

BÇ- Bu hikâyede yapmaya çalıştığım şey hiç edebiyatla ilgili olmayan insanların da hayatlarında hikâye anlatmak, hikâye uydurmak olduğu. Belki biz bunu başka bir aşamaya taşıyıp, yazı dilinde bunu devam ettiriyoruz. Bu hikâyede yazarların kendilerine sorduğu soruları, yazıyla hiç ilişkisi olmayan insanların da kendilerine sorabildiğini anlatmaya çalıştım diyebilirim.

ND- Bu öykünün kahramanı, barın üst katındaki monitörden içeriyi gözetlemekle görevli bir adam.

BÇ- Gözlerken de bu insanların kısa bir anına şahit oluyor fakat bu kısa anın öncesini ve sonrasını merak ediyor. Bu benim de merak ettiğim bir şeydir ve kafasında bunu tamamlamaya çalıştıkça, ilk önce o insanların kaderlerini yazıyor olabileceği gibi bir sorudan ürküyor ve şunun farkına varıyor; aslında yazmakta olduğu kendi kaderi.

ND- Burada yazma eylemiyle ilgili temel bir sorun daha gündeme gelmiş oluyor: Yazarın yarattığı kahramanlarla ilişkisi. Kahramanların kaderi yazar tarafından çizilir, ama bazen de kahramanlar direnir ve kaderlerini kendileri tayin ederler. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

BÇ- Gerçekten de hikâyenin gelişi yazarın elini kolunu bağlar ve hiç düşünmediği yerlere gidebilir metin. Bu yazarken benim başıma çok sık gelen bir şeydir. Onlar direnirler yazara çünkü başlangıçta çizilen form içinde bir kişilik edinmişlerdir ve o kişiliğe uygun olarak davranmayı sürdürürler. Bir yerden sonra yazar belki de teslim olur ve geri çekilir. Bazen de yazar biraz daha diktatoryal davranıp kendisi karar verir kadere.

BirGün Kitap'ta yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder