31 Ağustos 2010 Salı

BEHÇET ÇELİK'LE SÖYLEŞİ - TOLGA MERİÇ

Sait Faik Öykü Ödülü’nden başlayalım mı? Bu ödülün ve bu ödülü almanın sizdeki imgelerinden? Sait Faik’in öykücülüğünüzün neresinde durduğundan?
Sait Faik Hikâye Armağanı benim için ismimin Sait Faik’le birlikte anılacak olmasından ötürü büyük önem taşıyor. Öykülerini sevdiğim çok yazar vardır, ama kafamdaki “öykücü” imgesine en çok denk düşen Sait Faik’tir, hatta diyebilirim ki böyle bir imge kafamda Sait Faik’in öykülerini okudukça oluşmuştur. Sait Faik’in kendisinin öykülerindeki anlatıcı-kahramanla çok yakın, hatta bitişik durmasının, bir anlamda yaşamıyla yazısının iç içe geçmişliğinin de bunda kuşkusuz büyük etkisi var. Başka yazarlarda bizi rahatsız edebilecek savrukluklar Sait Faik’in öykülerinde metnin doğası gereği gibi görünür çoğu zaman; bunun nedeni de bize gösterilen/anlatılan öykücünün de bir parça savruk olmasındandır, onun ağzından dinlediğimiz öykünün savrulması doğaldır. Sait Faik’in öykü dili de, kendisinden önceki yazarların kurduğu “edebi dil”in eğilip bükülmesiyle oluşturulmuştur, kendine özgü bir dildir. Öykücülüğümüzdeki yenilikçi atılım çokça onun bu tavrından cesaret almıştır. Bu, varolan yapılarla yetinmeyen, yeniye açık, yazarı ve yazıyı özgürleştiren bir tavırdır. Bunların yanında Sait Faik’in bu tavrı salt biçimsel bir tavır değildir, özgürlüğe adanmışlık öykülerinin yapısında, dilinde, anlatımında olduğu kadar öykülerin düşünsel-ideolojik yanında da bulunur.
Sait Faik’in öykülerinin bütününde soluduğumuz bu havanın benim öykülerimi de etkilemiş olmasını arzularım. Böyle midir, değil midir; onun gibi sakınmadan, kurallardan, her türlü dışsal ve içsel otoriteden azade yazıyor muyum... bunların yanıtını bilmiyorum.
“Gün Ortasında Arzu” Oktay Rifat, Edip Cansever ve Turgut Uyar’dan dizelerle ilerliyor. Arka kapakta ise öykülerinizin “şifreden çok şiire yakın” olduğu saptaması yer alıyor. Bir öykünün şiire kavuşma, şiir edinme serüvenini nasıl anlatırsınız?
Kitaptaki bölümleri ayırmak için yer aldı bu üç şairin dizeleri. Kitabı hem bölümlere ayırmak istiyordum, hem de bu bölümlemelerin çok keskin olmasını istemiyordum. 1, 2, 3 diye bölümlemek, ya da ara başlıklar koymak bölümleri çok net biçimde birbirinden ayıracaktı. Evet, bu bölümlerdeki öykülerin birbirleriyle bir akrabalığı var özellikle ilk bölümdekilerin ama farklı bölümlerdeki öyküler de büsbütün alakasız değiller. Bu nedenle gevşek bir bölümleme olsun istedim kitapta. Bu dizeler başında yer aldıkları bölümdeki öykülere bir biçimde işaret ediyorlar. Tamamen kapsamıyor, özetlemiyorlar, ama bu dizelerin çağrıştıracakları şeylerin öykülere dair bir şeyler söyleyebileceğini umduğum için böyle yaptım.
Bir öykünün şiire ne zaman ve nasıl yaklaştığına her yazar başka bir yanıt verecektir sanırım. Hatta her öykü için bu sorunun bir başka yanıtı olabilir. Edebi türler arasındaki sınırların iyice kalktığını düşündüğümüzde, öykü için de, şiir için de tumturaklı tanımlar yapmak artık iyiden iyiye imkânsız hale geldi. Benim sevdiğim öykülerin şiirle yakın durdukları bir yer var. Anlatmak istediğini dümdüz anlatmayan öyküleri seviyorum, ama aynı zamanda dümdüz anlatmamak için lafı da dolaştırmayan öyküleri... Çok yalın bir olayı anlatırken bu yalın görüntünün altında başka şeylerin saklı duruyor olabileceğini sezdiren öyküler, belki bir parça bu saklı olan hakkında ipucu da veren... Hayat da böyle değil midir? Her şey apaçık değildir, daha derindekini görebilmek için farklı bir bakış açısı, yeni bir görme biçimi ya da algı genişliği gerekir çoğu zaman.
Benim için bir öykü her okuyanın o öykünün bazı yönlerini farklı biçimde algılarken öykünün ruhundaki genel duyguyu aşağı yukarı aynı ya da benzer biçimde sezebildiğinde şiire yaklaşır. Okurun metnin içine girebileceği boşluklar olduğunda, yazar olup biten her şeyi apaçık söylemediğinde, farklı algılamalara imkân tanıdığında… İmgelerden, çağrışımlardan, cümle yapılarından, açık ya da kapalı anlatımdan önce bu anlatmaya çalıştığım genel yapı şiirle akraba bir yapı kazandırır öyküye. Şu da denebilir elbette: “Eee, bunlar bütün edebi eserler için geçerli değil mi zaten?” Eh, bu nedenle şiiri de, öyküyü de, deneme ve romanı da “edebiyat” başlığı altında görmüyor muyuz zaten!
Öyküye ömür biçen şiir midir sizce?
Öykünün ömrünün uzunluğu kısalığı öykünün derdini tek boyutlu anlatmasına bağlı olabilir diye görünüyor bana. Başka biçimde anlatılabilen, mesela özetlenebilen, sadece anlattığı olayla dikkat çeken öykünün ömrü uzun olmaz. Düşünün, bugün Sait Faik’in bir öyküsünü özetleyebilir miyiz? Aynı soruyu Sait Faik’ten oldukça farklı bir yazar için, örneğin Orhan Kemal için de sorabiliriz. Üstelik Orhan Kemal’in öyküsü bir yerde özetlenmeye çok müsait gibi görünür, olay ağırlıklı gibidir, ama yine de özetlediğinizde okuduğumuzda öykünün bizde yarattığı etkiyi yaratamayacağınızı biliriz. Bütün yalınlığının yanında öykünün bir de büyülü bir yanı vardır, yazar kelimeleri, olayları öyle bir araya getirmiştir ki anlatılanın dışında bir şey daha vardır, özetlere, kelimelere sığmayan, ancak o öykünün kendisinin anlatabileceği, gösterebileceği bir şey.
Şiirin, kaldıramayacağı konuları ve durumları en başından kusarak, sizi kısıtladığı da oluyor mu? “Bunu ben yazamam,” dedirtiyor mu size?
Bazı olaylar, sesler, durumlar bana “öyküsü yazılası” görünür. Çok küçük bir ayrıntı da olabilir bu hissi yaratan, yoğun bir duygulanım da... Bu hissin peşinden gidip bir şeyler yazmaya çalışırım, bazen ortaya bir öykü çıkar, bazen çıkmaz. Şu konuda bir öykü yazayım diye masaya oturmadığım için “Bunu ben yazamam” demiyorum pek. Şu da var, bazen o en baştaki histen, durumdan çok farklı yerlere gittiğim de olur. Sonunu nereye bağlayacağımı bilerek başladığım öykü pek azdır.
Romanlarında şiiri duyduğumuz bazı yazarların öyküleri şaşırtıcı bir biçimde takır tukur olabiliyor. Ya da öykülerinde ustalıkla yakaladığı şiir, romanlarında şairane kaçabiliyor. Şiiri her iki türde de ustalıkla “yazan” yazarlarımız hangileri sizce?
Bir türdeki eserlerini okurken “şairane” bulduğumuz bir yazarın başka bir türde yazdığında şairanelikten kendini kurtarmasının kolay olmayacağını sanıyorum. Bu genel bir edebi beğeni sorunu gibi görünür bana, edebi türden önce gelen bir algılama ve ifade etme tarzıdır. Bu nedenle hem öykü hem roman yazmış yazarları düşündüğümde aklıma gelen isimler genellikle her iki türde de ustalıkla yazmış olanlar oluyor. Örneğin, az sayıda romanı vardır ama Sait Faik’in romanlarını öyküleri kadar ustaca bulurum. Sabahattin Ali için de geçerlidir bu. Ben şahsen romanlarını özellikle Kürk Mantolu Madonna’yı ayrı yerde tutarım, ama her iki türde de adını anarken rahatlıkla “usta” diyebiliriz. Memduh Şevket’in Ayaşlı ile Kiracıları adlı romanı öyküleri kadar ustalıkla kaleme alınmıştır. Yusuf Atılgan’ın da öyküleri azdır, ama romanlarının yanında ihmal edilmemesi gerekir. Aynı biçimde, Korkuyu Beklerken’in Tutunamayanlar’dan başarısız olduğunu kim iddia edebilir.
‘Edebiyatta anlam’la ilgili sıkıntıları var öykü kişilerinizin. Yeni kitaplar okuyorlar ve onların gerçekten bir anlam içerip içermediğinden kuşkulanıyorlar. Hatta gazetelerin kitap eklerine yazılan metinler bile okuru kitaptan soğutacak kadar anlam yoksunu. Öykülerinize bakarak, kişilerinizin bu saptama ve eleştirilerinden sizin de büsbütün uzak olmadığınızı düşündüm; doğru mu?
Edebiyattan önce dil ile ilgili bir sorunu var bu öykü kişilerinin. Dilin işaret ettiği anlamın sahiciliğiyle, hatta var olup olmadığıyla ilgili sorulara tam olarak yanıt bulmuş değiller. Arkadaşlarıyla ya da sevgilileriyle ilişkilerinde ne kendilerini tam olarak anlatabilmişler, ne de onları sahiden anlayabilmişler. Hatta kendilerini bile anladıkları söylenemez. Kendi sözleriyle kendi hisleri arasındaki mesafenin yaşamlarındaki kimi kırılma noktalarının ardından azalmayıp artmış olması da onları anlam konusunda umutsuzluğa sevk etmiş olabilir. Bu bile böyleyken sadece kelimelerden ibaret edebiyat da onlara boş görünmeye başlar. Bazen de anlam aramayı şu ya da bu nedenle bıraktıkları için, kendilerine de, dışarıya da böyle bir noktadan bakmaya başladıkları için, her şey gibi, edebiyat da boş sözcükler yığını gibi görünür olmuştur.
Benim de dil ile böyle bir sorunum var. Belki edebiyatla kurduğum ilişki de özünde bu sorundan kaynaklanıyordur. Edebiyat aracılığıyla, öyküler yazarak bu sorunun çözülmeyeceğini biliyorum, ama yine de anlayamadıklarımızı anlamak konusunda edebiyatın elimizden tutabileceğini, en azından anlamamanın çok da kötü olmayabileceği konusunda bize cesaret verebileceğini düşünüyorum.
Öykü kişilerinizin gündelik dille ilişkileri hem komik hem de trajik. Sizinki nasıl?
Edebiyatla haşir neşir olmanın insanı dil konusundaki hassasiyetlerini artıran bir yanı var. Hatta bazen sadece dilden ibaret bir dünyada yaşıyormuşuz gibi geliyor. Öte yandan dil-dışı ya da dil-öncesi, henüz kelimelere dökülmemiş, hislerle, temaslarla varlığını hissettiğimiz şeylerden oluşmuş bir hayat da var, kendini her zaman hissettiren. Bu iki uç arasındaki gelgitler kimi zaman komik kimi zaman trajik görünebiliyor bana da. Bir öykü kahramanının dediği gibi, insan kendini “her şeyi kitaplardaki gibi” sanırken bulabiliyor, oysa her şey kitaplardaki gibi değil. Bununla baş edebilmek için mizah iyi bir yöntem. Öykü yazarken dil oyunlarından pek yararlanmam, ama gündelik hayatta böyle değildir. Bazen kelimelerin içini iyice boşaltmak yararlı olabilir, kelimelere bindirilmiş çok lüzumsuz anlamlar var çünkü.
Tutukluklar, yaşam pratikleri karşısındaki acz ve benzeri beceriksizliklerle çaresizlikler öykü kişilerinizi tuhaf bir biçimde çekici kılıyor. Bütün bunlara sevecenlik beslediğiniz için olabilir mi?
Başarı dünyasına bütünüyle teslim olmamışsanız, her durumda güçlü olmayanları, olamayanları, doğal ya toplumsal seleksiyon sonucunda yok olması gereken evrim artıkları olarak görmüyorsanız, tutukluklarda, beceriksizliklerde size çekici gelen bir yan sezersiniz. Bunlar başarı dünyasıyla uyumlanamadıklarının işaretidir. Dolayısıyla başkaları onları hor görür, aşağılarken size takdir edilesi görünebilirler. Tabii, bu tutuklukların yapay ve kullanılabilir versiyonları da mevcut piyasada. Bunlar bile insanın elinde bir gösteriş aygıtına dönüşebiliyor. Bunu da gözden uzak tutmamak gerek.
Aslında sadece yazarın sevecenliği de değil: Tutukluklar, beklemeler, ertelemeler, ertelenmeler, beceriksizlikler; hepsi hayatı hayat yapan, sevilesi dinamikler olarak da ışıyor öykülerinizde. Belki de şiirinizin sırlarından biri budur?
Öykü kişilerinin kendilerindeki bu halleri sevdiklerini, bunları sevilesi haller olarak gördüklerini sanmıyorum. Belki kısa bir an kendilerinin ötekilerden farklı olmasından hoşnutluk duyabilirler, ama içine düştükleri çelişkileri çözemedikleri için çok uzun sürmez, kalıcı olmaz bu. Başkaları gibi olmak istiyor, ama olamadıklarında sahteleşip olmuş gibi de davranamıyorlar. Bu da az şey değil. Nedeni beceriksizlikleri de olsa... Çünkü becerikli ya da başarılı olduğunu sandıklarımızın çoğu da aslında öyle değiller, öyle gibiler...
Son olarak, bir öykü bittiğinde, sizce ondan geriye ne kalmalıdır okurda?
Fazla bir şey kalması gerekmez. Ya da kalanın o her ne ise adlandırılması şart değil. Ama bir başka zaman başına gelen bir şey ona azıcık tanıdık geldiğinde, hangi yazarın hangi öyküsünden olduğunu bilemese de, buna benzer bir şeyleri okumuş olduğunu anımsarsa, o isimsiz-cisimsiz öyküden bir şeyler kalmış demektir.

Akşam Kitap'ta yayınlanmıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder